Prof. Dr. EYÜP AKMAN
Ali Cesuroğlu’nu 6 Eylül 2022 günü kaybettik. Kastamonu’nun bir çınarı daha devrildi. Kendisi bir kültür hazinesi, yaşayan tarih idi. Bundan iki yıl evvel kendisiyle gazilere tahsis edilen dernekte bir sohbet imkanı bulmuş ve ona bazı sorular sormuştum. Bu mülakatı ihmalkarlığım veya işlerimin yoğunluğu nedeniyle yayınlayamadım. Dün sayın Ali Cesuroğlu’nun vefat haberini duyunca bu mülakat metnini arşivimden bulup yayımlamaya karar verdim. Bu mütevazi insanı tanıdığım için kendimi bahtiyar hissediyorum. Mekanın cennet olsun Ali Cesuroğlu.
MÜLAKAT
14 Şubat 2020 Cuma günü, Emekli Albay Kıbrıs Gazisi, hakim ve avukat olan 97 yaşındaki Ali Cesuroğlu ile bir görüşmemiz oldu. Görüşmede sorduğum sorularda bir konu bütünlüğü ve kronolojik bir sıralama yoktur. Görüşmemiz sohbet havası içinde olmuştur.
EA: Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
AC: Adım Ali Cesuroğlu. Kastamonu merkez Çavundur köyündenim. Atalarımız Çavundur’a Orta Asya’dan gelmişler. Oğuzların Üçok boyundandır. Çavundur köyü 40 hane olmasına karşın büyük bir eski mezarlığa sahiptir. Köyümüzde Romalılardan kalma bir mağara var. Buradan çıkan su köy çeşmesine gelir.
1 Eylül 1923 tarihinde doğmuşum. Yani 1339 yılında. İlk önce doğum tarihim yanlış olarak 1341/1925 olarak yazılmış. Babam daha sonra bu tarihi 1923 olarak düzelttirmiş.
Aile lakabımız Alibeşeoğlu’dur. Sağıroğlu veya Karasakaloğlu denilmektedir. Babam Hasan 1314/1898 doğumlu (Ö.1989). Babamın babası Ahmet, annesi Şerife’dir. Annem Zehra aynı köyden Yesiroğlu kızıdır. Zehra’nın babası Mehmet, annesi Fatma’dır.
EA: Okul hayatınızdan bahseder misiniz.
AC: İlkokula 1931 yılında başladım. Köy camisinin kenarında bir oda vardı. Orası bizim okulumuz, dershanemiz her şeyimizdi. Çevredeki beş köyün çocukları da buraya gelirdi. Yukarı Batak, Aşağı Batak, Kadıoğlu, Hacı Yusuf, Halaçlı. Mevcut 30 kişi idik. Babam ve annem eski yazı okurdu. Yeni yazıyı bilmezlerdi. İlkokul beş yıldı. İkinci yılda, 1932 yılında İhsan Ozanoğlu öğretmenimiz oldu. O benim velinimetimdi. Kendisine çok şey borçluyum. O hem âşık, hem dilci, hem öğretmendi. Kadıoğlu köyünde de onun gibi bir âşık vardı. Türkü söylerdi. Adı Hasan Cimit. Lakabı Batman. Ozanoğluyla sık sık görüşürlerdi.
EA: Çocukluğunuzda hangi oyunları oynardınız?
AC: Ayı çevirmek, yani topaç çevirmek, met, cirit atardık. İki metre boyundaki kendirlerin ucunu sivriltip cirit yapardık. Bir gözüm bu ciritin isabet etmesi sonucu yaralandı ve bal sürerek iyileşti.
EA: Çocukluğunuzda bayramlar nasıl olurdu?
AC: Bayram namazından çıkınca, köyün hali vakti yerinde olan birkaç kişisi, namazdan çıkanları evlerine davet ederlerdi. O evlere gidilir yenilir içilir. Bayram günleri çıkrıncak kurulur ve ona binerdik. Harmanlarda güreşler yapardık. Başka köylere gitmezdik. Arefe günü mezarlık ziyareti yapardık. Mezarlığa yiyecek götürürdük. Şimdi hazır gıdalar getiriliyor.
EA: Düğünlerden bahseder misiniz?
AC: Düğünler çok renkliydi. Mutlaka Kastamonu’dan davul getirilirdi. Bir de Kayaaltı’ndan bir kadın. Davul olunca köçek de olur. Kırmızı fistanlı. Köçeksiz davul olmaz. Davulcular bir gün evvelden gelirler. Davulla gelin almaya gidilir. Perşembe Hak, Cuma Semet günüdür. Öküz arabaları süslenir gelin almaya giderken. Çarşamba horoz kesilir, akşamı erkekler içki içer. Biz de seğmenlik geleneği yoktur. Gelin almaya tabancalar atıla atıla gidilir. Ayrılırken de atılır.
EA: Erkekler mani söyler miydi gelin almaya giderken?
AC: Erkekler sadece kendir çekerken koşma söylerlerdi. İmece olurdu. Başka tarladakilerle atışma şeklinde koşma söylerlerdi. Ot kazması zamanında kadınlar, sarımsak tarlasında mani söylerler. Bu manileri ve koşmaları İhsan Ozanoğlu bana tek tek toplattırdı. Tarla tarla gezdim, yazdım, hocaya verdim. Köyde konuşulan farklı kelimeleri de tespit edip hocaya verdim. O da Ahmet Caferoğlu’na İstanbul Üniversitesi’ne gönderdi. 1932-1935 seneleri arasıydı.
EA: Okul yıllarına geri dönelim.
AC: Kastamonu’ya geldim. Annem, babam, kardeşim köyde. Bir çift öküzümüz var. Dördüncü sınıfı bir ailenin yanında kalarak okudum. Beşinci sınıfı da tek başıma Ali Bahçeci’nin evinde kalarak bitirdim. Bir gün, evin sergeninde kitaplar gördüm. Tavukçuluk, hayvancılık, meyvecilik ve fidancılık üzerine. Ali amca muhtardı, o kitapları ondan istedim, o da verdi. Okul dışında o kitapları okumaya başladım. Köyde bir gün ekinlerin içinde iki yapraklı elma fideleri gördüm. Okuduklarım aklıma geldi. Onları çıkarıp sulak tarlaya diktim. Onları suladım. Tam üç yüz tane dikmişim. Ertesi yıl annem acı elmalardan ekşi yapıyordu. Onun çekirdeklerini aldık, kuruttuk, onları da ektik. İkinci sene fide oldu. Hepsini ayrı yerlere diktik ve aşıladık. Hepsi on dönüm tarlayı kapladı. Toplam 120 bin fidan olmuş. Bunları satmaya başladık. Cebimiz de para görmeye başladı. Bu işler 1935- 36 yıllarında oldu.
EA: Atatürk ve İsmet İnönü’yü gördünüz mü?
AC: Atatürk’ü görmedim. İsmet İnönü ve eşiyle sohbetim oldu. Mevhibe Hanım hoş sohbet, mütevazi bir hanımdı.
EA: Babanız savaşlara katılmış, onun anlattığı savaş anıları var mı hafızanızda?
AC: Babamın hatıralarını kayıt altına almıştım. Fakat o kayıtlar tahrip oldu. Yıprandı. Şu an aklımda kalan Bağdat Basra cephesinden yürüyerek köye gelmesi olayıdır. Yedi yıl askerlik yapmıştır.
EA: Babanız Şerife Bacı’nın donması olayından söz eder miydi?
AC: Hayır, bahsetmezdi. O olaydan babam hiç bahsetmedi.
EA: Cumhuriyetin onuncu yılını gördünüz. O yıl ne gibi kutlamalar yapıldı?
AC: Köyde biz bir şey yapmadık. Sadece öğretmenimiz Onuncu Yıl Marşı’nı bize öğretti. Biz de yüksek sesle sürekli onu söylerdik. Öğretmenimiz Uzun Kavak köyünden geldi. 10. Yıl Marşını öğrenmiş. Radyo yok, televizyon yok nasıl öğrenmiş? Her ilin temsilcileri Ankara’ya gidip öğrenmişler. Onlar da vilayetlerine gelip öğretmişler. Vilayettekiler de grup grup dağılarak ilçeler ve köylerdeki öğretmenlere öğretmişler. Ozanoğlu da Uzun Kavak köyüne gelenlerden öğrenmiş, sonra da bize öğretti. Ayrıca Ozanoğlu basını da takip ederdi, gazeteleri vilayetten alır okurdu.
EA: Siz II. Dünya Savaşı yıllarında yaşadınız. O yıllardan bahseder misiniz?
AC: O yıllarda çok sıkıntı çektik. Ekmek karneyle. Üç yıl yatılı okudum. Bana köyden ekmek gelirdi. Ekmek sıkıntısı çekmedim. Arkadaşlarımla da paylaşırdım. 1943 yılında zelzele oldu. Evimiz yıkıldı. Ev yapmamız gerek. Devlet çivi bile veremedi. Enkazdan çıkan malzemeyle işe başladık. Enkazdaki çivileri çıkarıyor, doğrultuyordum. Ondan sonra kullandık.
EA: Kore yıllarınızdan da bahseder misiniz?
AC: Kore Savaşı 1950 yılında başladı. Türkiye 5500 kişilik kuvvet gönderdi. Nedeni şu: II. Dünya Savaşından başarılı çıkan Rusya, Deli Petro’dan itibaren sıcak denizlere inme hevesinde. Kuvvetli bir ordusu var. Maneviyat yüksek. Bunu fırsat bilip Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istedi. Boğazların askerden arınması ve bütün savaş gemilerinin serbestçe geçmesini istedi. Türkiye teslim olacak bir ülke değil. O sıralarda NATO kuruldu ama Türkiye’yi kabul etmiyorlar. Kuzey Kore Güney Kore’ye saldırdı. Amerika’yı sıkıştırdı. Sıkışınca BM’den kuvvet istedi. Türkiye bunu fırsat bildi asker gönderdi. 5500 kişiyi istedi. Sonra bizi NATO’ya aldılar. Savaş üç sene sürdü mütareke oldu. 1950 yılında ben de Kore’ye gitmek istedim. O zaman teğmenim ve yeni evliyim. Eşim üç aylık hamile. Eşime söyledim. Eşim ağlayınca vaz geçtim.1958 yılında tekrar gitmek istedim. Ama savaş bitmiş, ateşkes yapılmıştı. Bu sefer de çocuğum hastalandı gidemedim. İçimde hep uhde kaldı. 1959 yılında yeniden müracaat ettim. Kore’ye baş hakim olarak gittim. 1 yıl kaldım.
Kuzey Kore mağlup olmuştu savaşta. Bizim asker bir yerde teşkilatlanmışlar. Çinliler de Amerikan askerlerini önlerine katmış kovalıyorlar. Amerikalılar geri çekilmeye başlamış. Fakat, kalleş Amerikalılar geri çekildiklerini bizim askerlere haber vermiyorlar. Bizim askerleri Çinliler kuşatıyor. Kolordu’nun ortasında kalıyor Türkler. Üç gün üç gece süngü süngüye savaş oluyor. On binlerce Çinli ölüyor. Bizden de bin küsur şehit oluyor. 5500 kişiye karşılık bir Kolordu. Çinliler takipten vazgeçince, Amerikalılar bakıyor, arkadan gelen yok. Toparlanıp tekrar geriye dönüyorlar. Onlar da savaşıyorlar. Savaşı kazanıyorlar. Bu durum Amerikan meclisine kadar intikal ediyor. Amerikan tarihinde ilk defa başka bir devlete, Türkiye’ye madalya veriliyor.
EA: Biraz da Marshall yardımından söz eder misiniz?
AC: Marshall yardımı Ruslara karşı verildi. Amerika Türkiye’ye kara yolu yapması için para vermeye başladı. Gayesi, Ruslarla savaşırken ikmal yollarını sağlamlaştırmak. Parayı o verdi, biz yaptık. Amerika’nın daha sonra kullanacağı yolları yaptık.
EA: Biraz da Kıbrıs Savaşından söz edelim.
AC: Kıbrıs’a 28. Tümen Mahkemesinin kıdemli albayı olarak katıldım. Beş çıkarma gemisiyle gittik. (Savaş hakkında sorduğum soru üzerine, yanındaki gazilere dönerek “savaşa bunlar katıldı, ben tepeden seyrettim” cevabını verdi.)
EA: Son olarak uzun yaşamanızın sırrını anlatır mısınız?
AC: Uzun yaşamamın sırrı tarhana çorbası. Doğuştan halim selim bir insanım. Allah bana egoizm diye bir şey vermemiş. Hırslarım yoktur. Bizim de olsun diye istemem. Allah’ın kullarının kötülüğünü istemem. Stresi törpüye benzetirim. Stres, insanın ömrünü törpüler. Kızartmaları sevmem, acı şeyleri sevmem. Et yerine sebzeyi tercih ederim. Serdar Savaş adında bir genetik firması var, yiyeceklerimi onlar tayin eder. O firma 110 yaşına kadar yaşayacağımı söyledi. Ölüme hazırım, ölüm korkum yok, Allah’ın dediği olur.
EA: Çok teşekkür ederim efendim, bize zaman ayırdığınız için. Allah daha uzun ömür versin.
AC: Ben de size çok teşekkür ederim.