Bu öyküde anlatılan tarihi olaylar, mekânlar, öğretmen ve öğrencilerin isimleri tamamen gerçektir.
İmgesu Deniz OZANOĞLU
Vatan toprağına göz dikenlerin, kara bulutlar gibi başımızın üstünde dolaştığı zamanlardı. Yıl 1915. İngilizler ve Fransızlar birlik olmuş, doğu ile batı arasında bir köprü olan bu ülkeyi ele geçirmek istiyorlardı. Sadece ele geçirmek değil, orada var olan insanlığı, bir milleti yok etmekti, istedikleri. Bunun için en kıymetli yer, Çanakkale boğazıydı. Oradan geçtiklerinde dünya üzerinde hâkimiyet kurmak daha kolay olacaktı. Bütün hesaplarını yapmışlardı. Kendi ordularının yetmeyeceğini düşünerek, binlerce kilometre uzaktan başka ordular topluyor, bu amaçlarını ne olursa olsun gerçekleştirmek istiyorlardı. Ancak bu ülkenin kahraman evlatları, “Çanakkale Geçilmez!” Haykırışıyla onlara dur diyecekti. Nusret mayın gemisinin döşediği mayınlar, düşman donanmalarını boğazın sularına gömecekti. Gelibolu, hakkını arayan mazlumların galip olduğunu tarihe yazacaktı.
Çanakkale Savaşı döneminde yüz yirmi öğrencisinin cepheye gitmesi nedeniyle 1914-1918 yıllarında hiç mezun veremeyen Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesi’nden, öğrencilerinin Kurtuluş Savaşı’na da katılması sonucu 1921 yılında da kimse mezun olamamıştı. 30 öğrencinin ve 6 öğretmenin şehit olduğu ve 76 öğrencinin na’şının dahi bulunamadığı tespit edilmişti. Savaşın üzerinden yıllar geçmişti ama bıraktığı izler insanların içinde kor bir ateş gibi yanıyordu. Akif’in Çanakkale Destanı ve bu memleketin Çanakkale türküsü dilden dile söyleniyordu. “Bir hilal uğruna Ya Rab! Ne güneşler batıyor!” Ama her biri vatan toprağının üstünde ışıl ışıl parlıyordu. “Ana ben gidiyom düşmana karşı” deyip helallik isteyen yiğitlerin alnında; ana, baba, kardeş, kızan, evli, nişanlı kim varsa, yazılmış olan, yazıyordu. Gerçek buydu. Bunları okumuştuk, öğrenmiştik. Biliyorduk. Bilmek yetmiyordu. Orada onların isimleri önünde durmak, içimizden geçen bir ateşle, kalbimizi onlara doğru savurma isteği doğuruyordu.
Memleket ziyaretindeydik. Babamla birlikte, okulumuza gidip, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı şehitlerimizi anmak istedik. Bambaşka iki dönemde okumuş iki öğrenci olarak anılarımızı yâd ettikten sonra şehit isimlerinin yazılı olduğu, savaştan dönenlerin silah, üniforma ve eşyalarının bulunduğu anıt köşenin önünde durduk. Anadolu’da kurulmuş ilk lisede okuyorlardı. Tam yüz yirmi can parçası.
Baba-kız, ikimiz de bir süre, öylece suskun, öylece hüzünle kalakaldık. Bir ara babamın gözyaşlarını fark ettim. Çanakkale türküsünü bu ülkeye armağan eden insanın oğluydu. Duramazdı. Gözünde duramazdı gözyaşı, biliyordum. Yüzüne baksam daha derin yanacaktı içi, biliyordum. Bakamadım. Çoğu zaman Onun Abdurrahmanpaşa hikâyesini, başarılarını defalarca dinleyip içim burkulmuştu. Şimdi ikimizin de aklından şehitlerin isimleri geçiyordu. Belki de aynı anda ikimiz de vatan için canlarını feda eden gencecik adamların isimleriyle, kısa süren hayatları arasında bağlar kuruyorduk. Aynı rüyanın içine girmiş gibiydik;
Lisenin bahçesinde, geri dönen on dört öğrencinin de olduğu kalabalıkta, yoklama yapılıyordu. Akıp duran o görüntüyü, yaşıyormuşçasına görüyorduk.
Savaştan geri dönen on dört liseli ve bütün okul her şehidin adı okunduğunda hep birden haykırıyordu:
“Yüz otuz beş, Besim!”
“Burada!”
“İki yüz seksen yedi, Mustafa!”
“Burada!”
“Yüz kırk yedi, Hakkı!”
Okulun duvarlarının üstündeki bahçeden, şehit annelerinin, babalarının, yakınlarının sesi çınlıyordu “Burada!”
Oradaydılar. Sesleri duvarlara çarparak yankılanan bu gencecik adamlar, şehit arkadaşlarının yanında olmadıkları için gözyaşı döküyorlardı.
Okulun kapısından giren bir dedenin bastonundan gelen tıkırtıyla Ona döndük. Yanımıza yaklaştı. Dolu dolu olmuş gözlerimize bakarak:
“Onların gözyaşlarıyla bu topraklarda kaç ağaç büyüdü kim bilir?” dedi. Hiç kıpırdamadan Onun gözlerinin içine bakıyorduk.
“Benim torunum da gitti bu okuldan. Mavzeri de, piştovlu da öğrettiydim ben ona. Şuraya tüfeği parçalasam iki dakika sürmezdi toplaması. Elleri sarımsak söken çocuğa ben nasıl mezar kazayım. Kürek mi dayanır o toprağa, yürek mi? Siz deyiverin. Dönemedi. İyidir O. Bir tek orada iyi olur gayrı O… A benim insan kızım, a benim insan oğlum.”
Dudaklarını aşağıya doğru eğerek, ağlamamak için sımsıkı kapadı, konuşmasa, yapamazdı:
“O çocukların bıraktıkları değil mi şu bizim siyez buğdayı? Şu pirinç tarlalarını besleyen su, o çocukların yüzü suyu değil mi? Kanla sulanmış toprağın verdiği buğdayı öğütmek için eski değirmenlerde dönüp duran taşlar, dönemeyen şehitlerin mezar taşları olsun.”
Bir insan gücü kuvveti yerindeyken, ayakta durduğu halde, kendini yığılıp kalmış hisseder mi? O kadardık işte. Küçüldük. Duvara sırtımızı dayadık. Dede ayaktaydı. Dizlerine elleriyle güç vererek eğildi. Elini omzuma koydu: “Mısır tarlalarını düşün güzel kızım. Dağ eteğinde büyüyen böğürtlenler, ısırgan otları, bereketli sarımsak tarlalarımız, elmalar, mürdüm erikleri, onların gözyaşıyla beslenmiştir. Ovadaki uçsuz bucaksız bir bayrağa benzeyen gelincik tarlalarını düşün kızım.” Diyerek, doğrulup, ağır adımlarla uzaklaştı.
Tam yüz altı kere çınlattılar okulun bahçesini. Sonra altı öğretmenin adı okundu. Mustafa Dursun Öğretmen, Hakkı Öğretmen, Rüştü Öğretmen, Mihail Öğretmen, Mehmet Öğretmen, Esedullah Öğretmen. Yine hep bir ağızdan “Burada!” sesleriyle uğurlandılar. Evlatları bilip, hem ana hem baba oldukları öğrencilerine önderlik eden ve şehitlik mertebesine ulaşan bu isimler, taşıdıkları irfan meşalesini sonsuza kadar dalgalanacak olan bir bayrağa dönüştürmüşlerdi. Altı kere daha taş duvarlara sımsıkı sindi onların isimleri.
Öte yanda bu okulun duvarlarının bile bildiği bir şey vardı: Tam yetmiş altı geri dönemeyen genç fidan… O genç adamlar, Mehmet Akif’in savaştan sonra söyleyeceği mısraları sanki çok önceden duymuşlardı: “Ey Şehitoğlu şehit isteme benden makber. Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.”
Makber istemediler. Mezarları olmayan gencecik adamlardı. Onlar, gövdelerini, varlıklarını öylesine büyüttüler ki bu vatanın her karış toprağına karışmışlardır.“Oğlum benim. Civanım! Dönmezse, onun sesi yerine bayrağın rüzgârda çırpınan sesini dinler, iki büklüm yatarım direğin dibinde.” Dediydi Zehra teyze. Oğlu dönemediydi savaştan.
Zuhal ana da dediydi ki: “Dönenlere, karınlarını ısıtacak sıcak bir çorba pişirmeli, sırtlarını sıcak tutacak bir hırka örüvermeli.”
Oysa oğlu dönemediydi. Yetmiş altı dönemeyen kaybın içindeydi. Ama O, biliyordu. Oğullar oğuldu.
“Bizim yünümüzden ne olacak, örgücüler örmüş duvarlarını. Böyle ağıt mı yakılır?” Diyesi geldiğinde, susturdular, içi cayır cayır yanan Hafize Teyzeyi.
“Etme!” Dediler, yün eğirmeyi hayat bilen konu komşular.
Sofra bezlerine de sararlardı geleni, yaşmaklarına da… Gelmedi ki çocukları. Öyle çaput. Öyle bez. Öyle dokudular acılarını.
Cevahir Ahmet… En iyi koşanıydı okulun. Haberi duyasıya koşuverdiydi ölmeye doğru. Gözleri görmeyen büyükannesi yine taş duvarın dibinde oturmuş, ağıtlarına bir yenisini ekliyordu. “Yüzünü hiç göremedim ey canım, kalp gözümün gördüğüdür aslanım.”
İkiyüz on sekiz numaralı Tahir’in Zühre’si, vatanıydı.
Hakkı yıllar sonra şehit olduğu yerden duyacaktı: “Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal” çığlığını.
Vasfi’nin okuldaki yeteneklerini bilmeyen mi vardı?
Eline düşen her işi en düzgün yapan Mahir, cephede akla gelmez ustalıklar yapmaz mıydı?
Eyüp Sabri altmış bir numaralı öğrencisiydi okulun. Adaşı Sabri ile omuz omuza verip, sabırla bekleyip, zayıflığını kollamayı bilmez miydi düşmanın?
Reşat, yürüdüğü yolun doğruluğundan kuşku duymadan Hakka yürüyecekti.
Kemal, Selim, Kamil… Üçü bir araya gelip akıllı başlı idare ederlerdi elbette, emirlerine beş-on er verilse.
Ali Ulvi’nin adı, daha da yücelmez miydi tüfeğinin mermisi bitip, süngüyle düşmanın üstüne yürürken?
Hem, edebiyat şubesinde Ziyalar vardı. Üçü birden ışık tutar, yol gösterirlerdi geceleyin yanı başındakilere.
Ay! Ay! Kendine bağışlanmış bir tek canı, bu bir tek vatan toprağına feda edeyim diye hemencecik gidiverdi ya İhsan.
Hulusi’nin saf yüreğiyle, bu savaşın ortasında tüfeğini nasıl tutacağını, Besim’in yüzünde hiç kaybolmayan bir gülümseyiş kalacağını, Vehbi’nin doğuştan gelen yeteneklerini savaş meydanında göstereceğini, okulun cesaretiyle namlısı on dokuz numaralı Nami’nin neler yapacağını, kim bilebilirdi?
Mehmet ile Mehmet Hidayet de, peygamber ocağına koşarken, adları gibi biliyorlardı şehadetin kucağında uyuyacaklarını.
Ömer Lütfi bahşedilen adaletin, Ömer Galip kazanmanın ne olduğunu bu okulun sınıflarında öğrenmişlerdi.
Yüz on numaralı Refik, bu yolculukta ömrünün yettiği yere kadar herkese bir yoldaş olacaktı. Hele O, kalp kırmak nedir bilmeyen, karıncayı incitmeyen, her bir şeye sabretmeyi bilen Kazım… Onun nasıl mücadele edeceği kimsenin aklına bile gelmezdi.
Gökyüzüne doğru, Cemal’in yüzünün güzelliği pırıldayacaktı gecenin bir vakti.
Elini harama sürmemiş Asım… Günahtan çekinmeyen bunca zalimin karşısında ellerini göğe çevirip bir cümle dese, zalimin devri bitiverirdi.
Osman, çelik gibi yüzünü, göğsünden akan rengi, bir gün, elbet bir gün bağımsızca dalgalanacak olan bayrağına sarıp cesaretin gerçeğini yazacaktı.
Ahmet, isminin nereden geldiğini bilerek, aslanlar gibi koşuyordu cepheye.
Hey gidi gözünü budaktan sakınmayan Mustafa! Duymuştu da adını Mustafa Kemal’in, şimdi Onun peşinden gitmenin hayali bile yüzünü güldürüyor, göğsünde ateşler yanıyordu. O ateş, Kurtuluş Savaşının kıvılcımından başka bir şey değildi.
Onlar, güle oynaya gittiler. Annelerinin nakış nakış işlediği oyalı yazmaları bileklerine, boyunlarına dolayıp gittiler.
Abdurrahmanpaşalılar… Sınıflarındaki tahtalara “Biz vatan için Çanakkale’ye gidiyoruz, hakkınızı helal edin” yazan, “Bizi yok yazmayınız, savaşa gidiyoruz!” Diye yazan öğrencilerdi onlar.
Onlar… Bu vatan için can veren bütün şehitler gibi; gökyüzünde hilal ile yıldız, yeryüzünde bayrak oldular.
Onlar… Abdurrahmanpaşalılar.
Onlar, savaşa gittiklerinde “yok” yazılmadılar.
Abdurrahmanpaşalılar.
Onlar, hiçbir zaman “yok” yazılmayacaklar.