Türk Edebiyatı’nın olduğu kadar dünya edebiyatının da en önemli şairlerinden olan Nazım Hikmet’in (1902-1963) hem yazın hem de düşün dünyasında Kastamonu’nun belirli bir yeri vardır. Bu yer, şairin şiir, anlatı ve destanlarında kentin, ilçelerin, yolların, şahsiyetlerin ve hatta tarihsel olaylarının geçiyor olmasıyla görülür. Bu büyük kalem üstadının, yalın ama lirik anlatımında Kastamonu’ya (İnebolu) dair iki şiiri bulunurken başka iki şiirinde de Kastamonu anektodları imgelerle geçer. Ve bir başka şiirinde ise yine Nazım’ın İnebolu günlerinde tanıştığı, etkilendiği bir karakter üzerine olup o günleri bir başka şekilde ölümsüzleştirir.
Nazım Hikmet’in yazgısında kendini Kastamonu ile buluşturan gelişmeler Milli Mücadele’ye vermek istediği katkı ile Mustafa Kemal’in milli davaya destek olacak edebiyatçı ve şairlere olan açık tutumudur. Bu noktada çıktığı yolda, 1 Ocak 1921’de ayak bastığı İnebolu’dan yaklaşık 1 ay sonra Ankara’ya ulaştığında cepheye gönderilmeyi beklerken “iki genç şair” diye Mustafa Kemal’e takdim edilirler ve sadece ayaküstü Mustafa Kemal Atatürk şairlere (Nazım Hikmet ve Vala Nurettin)“Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiir yazın” der ve yanlarından uzaklaşır. Bu anlık karşılaşama Mustafa Kemal ile Nazım’ın ilk ve son buluşmaları olur.
***
Nazım Hikmet’in düşün dünyasında İnebolu’nun yerinden başlamak yerinde olacaktır. Yıl 1921 ve Nazım Hikmet henüz 19 yaşında oldukça genç bir şairdir. Kendisi İnebolu’ya ulaştığında aslında dünyanın onu tanıyacağı düşünce ve kalemden henüz uzaktır. Ve o dönemde olabildiğince milliyetçi ve muhafazakâr bir vatanperverdir. Hatta İstanbul’da işgal askerlerinin çadırları arasında azap içinde gezinirken Anadolu’ya geçip Milli Mücadele saflarına katılmaya aniden karar verecek kadar da gözü karadır.
Bu genç şairin yüreği memleket, özgürlük, vatan diye yanmaktadır ve yaşadığı İstanbul gibi neredeyse bütün ülkesi işgal altındadır.Şair yüreğinin hassasiyetiyle kavradığı dünyasında işgalle gelen esaret ve millet onurunun zarar görmesi karşısında en çok onun ve benzerlerinin yüreği kanıyordur. Genç bir şairin yüreğinde işgallerekarşı duyduğu acı ve direnç, bağımsızlık ateşinin yakıldığı kelimelerle şiirlerinde yankılanmaktadır. Bu yankılı kelimelerden oluşmuş bir şiirinde Genç Nazım, milliyetçi-muhafazakâr kimliği ile Anadolu’yu işgal için hazırlanan Yunan Ordusuna karşı şu satırları yazmıştır bile:
“… Her sıyrılışında palası kından / Eğilip dörtnala giden atından / Boşluğa bir kafa yuvarlıyordu. / Önünde kaçarken bu kahpe ordu / Ala boyuyordu mor cepkenini. / Sağ kolundan sarkan sırma yenini / Paladan damlayan kan kızartmıştı…”
***
İşte böylesi bir düşünce yapısı içinde 1 Ocak 1921’de “Yeni Dünya” adlı vapurla gelerek İnebolu’ya ayak basar Nazım Hikmet. İsteği bir an önce kendi ifadesi ile 10 bin yıllık bir kültür birikimine sahip, her bir çınarın altında bu kültür birikimini bugüne taşıyan dervişlerin bulunduğu Anadolu’ya geçip milletinin istiklali için mücadele etmektir.
İnebolu, genç şairin sonradan bütün dünyasını, düşüncelerini değiştirmesine neden olan olayların başlangıç yeridir aynı zamanda. Seçeceği kelimelerin, savunacağı düşüncelerin, dünyanın bildiği Nazım Hikmet’in Nazım Hikmet olma yolundaki değişiminin-şekillenmesinin başladığı ilk taze nefestir İnebolu…
Genç şair, İnebolu’da geçirdiği günlerini Gençler Mahfiline giderek, orada vatan sevgisi ve Milli Mücadele için yazdığı şiirleri okuyarak geçirmiştir. Bu şiirler onu dinleyen topluluk tarafından büyük de beğeni toplamıştır. Henüz değişim süreci başlamamıştır ki işte o günlerde İnebolu’ya dair ilk şiirini yazar bu genç şair. Şiir İnebolu sahilinde günümüzde Abaş Tepe olarak anılan yerde bulunduğuna inanılan evliya “Abaş Baba” üzerinedir. Şiir, 19 Temmuz 1921 tarihli Tercüman-ı Hakikat Gazetesinde “Abaş Baba Türbesi”, daha sonra ise Eskişehir İstiklal Gazetesi’nde “İnebolu Hatıralarından” ismi ile Nazım Hikmet ve Vâla Nurettin ortak imzalı olarak yeniden yayınlanır. Şiir, Nazım Hikmet’in “Bütün Eserleri’nde” yer almaz. Şiir Nazım Hikmet’in yeni Türkçe harflerle yayımladığı ilk şiirlerden biridir aynı zamanda. Bu arada şiiri son dönemde ilk yayınlayan kişi 2019 yılında “Nazım Hikmet’in Yolculuğu” adlı kitabında Haluk Oral’dır (İş Bankası Kültür Yayınları).
Abaş Baba Türbesi
Derdimizi duyunca ona salık verdiler; / Bize onun yerini köylüler gösterdiler…/ Gösterip dediler ki:
Ufuklarda coşunca fırtınaların kalbi / Annesinin boynuna sarılan çocuk gibi / Yolcusu gelmeyenler koynuna sokulurmuş. / Abaş Baba her derde deva bulurmuş…/ Karanlık sularında boğulurken yolcular, / Günahkâr Karadeniz onun yerini arar, / Eteğine sürürmüş inleyerek yüzünü
Ziyaretine gittik onun bu Cuma günü. / Öyle Azametli ki Abaş Baba Türbesi / Üstünde bir çatı yok, gökler onun kubbesi. / Mehtap onun kandili, yıldızlar onun mumu. / Bu tepede bu mezar cennete bir kapı mı?
Derdimize teselli buluruz diye belki / Dikenli dallarına biz de iplik bağladık. / Biz de köylüler gibi huzurunda ağladık.
Şiir de görüldüğü üzere henüz Nazım Hikmet yetiştiği atmosferin büyüsünde ve İnebolu’da ilk etkilendiği ve yine dile getirmek istediği ilk imge Abaş Baba gibi bir dini karakterdir. Şiirde de zaten böylesi bir dinsel karaktere sığınma ihtiyacı ortaya konar. Yani henüz şairin düşün dünyası değişmemiştir. Öte yandan şiirin içeriğine bakılınca olağan bir sığınma ihtiyacının yanında, evliya Abaş Baba’nın İnebolu gibi bir denizci kentinde insanları deniz kazalarından koruyan bir özelliğinin de vurgulanmasıdır. Bu özellik ise günümüzde kentin yerlileri arasında unutulmuş gibidir.
***
Henüz yenilikçi düşüncelerle karşılaşmadığı bu günlerde Nazım,Gençler Mahfiline gitmeye devam eder.O yıllardaki kentin hareketliliği içinde birçok isim ve düşün/siyasi hareket ile de burada karılaşmak şaşırtıcı değildir. İşte tam da o değişik düşünce yapısı ve siyasal gelişmelerden olan ve adlarına “Spartakisler” denen bir grubun üyeleri ile tanışır Nazım Hikmet. Spartakisler, Almanya’dan yeni gelmiş ve içlerinde Sadık Ahi (sonradan Mehmet Eti adıyla CHP Malatya milletvekili), Vehbi (Prof. Vehbi Sarıdal), NafiAtuf (Kansu, sonradan CHP genel sekreteri) gibi kimselerin bulunduğu ve sosyalizmi savunan bir gruptur. Nazım Hikmet ve Vâla Nurettin için çok yeni bilgiler, anlayışlar ve dünya görüşü sunan bu grup karşında genç şairlerin kafaları allak bullak olmuş, İnebolu’da kaldıklar geceler boyunca yaptıkları sohbetlerle sonradan oluşacak yeni dünya görüşlerinin ilk tohumları işte burada atılmıştır.
Bu Spartakisçilerden Sadık Ahi’nin genç şair üzerindeki etkisi ise bambaşkadır. Kırmızı atkısı, pos bıyığı, Berlin’de mitralyözlerle savaş anıları ile başta Nazım Hikmet olmak üzere iki şairin dünyalarına bir meteor gibi düşer. Vâla Nurettin, Sadık Ahi ile Nazım’ın rüzgâr eşliğindeki bir yürüyüşlerinde,Sadık Ahi’nin kırmızı atkısını işaret ederek “Böyle bir boyun atkısı takıp ihtilâl nutukları söylemek, ihtilâl şiirleri okumak senin tipine ve manevî bünyene ne kadar yakışacaktır Nazım” dediğini anılarında belirtir. Vâla, ancak “Nazım’la beraber gezdiğimiz yıllarda asla kırmızı atkıyı takmadı” diyerek de bir not ekler.
Berlin’de hukuk tahsili görmüş Sadık Ahi, Nazımla sohbetlerinde, şoven milliyetçiliği aşmasını ve herkes için toplumsal adaleti savunması gerektiğini önerip,eğittiğini yine Vâla Nurettin sonraki yıllarda yazacağı anılarında aktarır. Sadık Ahi, Nazım’a bu sohbetlerinde dönem sosyalistlerini anlatmış, sosyalizmin kavramına dair enternasyonalizm, sınıf mücadelesi, proletarya ve emperyalizm gibi olguları ve terminolojiyi hiç durmadan açıklamıştır. İşte böylesi hızlı ama dönüştürücü bir süreç içerisinde Nazım, Ahi’ye neredeyse bir mürit gibi bağlanıp beyninde yaşanan depremlerle o güne kadar kişiliğini oluşturan milliyetçi-muhafazakâr fikirlerle yeni karşılaştığı bir dünyanın arasında sarsıntılar yaşamıştır. İşte bu sarsıntılı İnebolu günlerinde Nazım Hikmet, büsbütün etkisinde kaldığı Sadık Ahi’ye karşı düşüncelerini, yine İnebolu’nun rüzgârından, dalgalarından, sahilinden imgelerlebürüdüğü ve 1929 yılında yazdığı “Yürüyen Adam” şiiriyle paylaşacaktır:
Alnı yukarda/kırmızı boyun atkısı rüzgârda,/yürüyor.
Yürüyor adım adım/Yürüyor ağır ağıryürüyor…
Rüzgâr deniz gibi köpürüyor/esiyor deniz rüzgâr gibi.
Akıyor iki yandan ışıklar/düşen yıldızlar gibi.
Sesler geliyor derinden/kalbin uzak sahillerinden:
-Nereye gidiyorsun yavrum benim nereye?
Dön sevgilim,/dön kardeşim,/dön evimin erkeği, dön geriye.
Yürüyor o/ıslıkla kızgın bir ölüm marşı çalarak.
Yürüyor o/gövdesi bir gemi gibi yükselerek, alçalarak.
Yürüyor adım adım/yürüyor ağır ağır/yürüyor…
Kim bilir/belki bir daha sokmıyacak parmaklarını
dizi dibinde dikiş diken kardeşininsarı saçlarına,
ve belki bir daha altında yatıp/güneşe giden yeşil bir yola bakar gibi/bakmıyacak/gürgen ağaçlarına…
Yürüyor o, yürüyor.
Açık geniş adımlarla arşınlıyor yolları.
Ağır iki balyoz gibi sallanıyor kolları.
Kıllı göğsü bir kalkan gibi kabarık.
İşitmiyor artık/hep ayni tahta masanın başında akşamlıyan
hasta topal dostların/kalbe karanfil ruhu gibi damlıyan/sözlerini.
Çıplak/iki bıçak/gibi çekmiş yüzünde gözlerini/yürüyor, düşmana doğru.
Yürüyor adım adım/Yürüyor ağır ağır/Yürüyor…
***
Yaklaşık 2 hafta geçirmiştir iki genç şair İnebolu’da. Ancak yanlarında İstanbul’dan alınan Anadolu’ya geçiş için izinleri yoktur. İnebolu’da ise muazzam güvenlik tedbirleri vardır ve Anadolu’ya geçmek o kadar da kolay değildir. Hatta Nazım ve VâlaNurettin ile gelen dönemin iki hececi şairler olan Faruk Nafiz (Çamlıbel) ve Yusuf Ziya (Ortaç) İnebolu’ya çıkmalarına karşın Ankara’dan güvenilir olmadıkları için Anadolu’ya geçiş izni alamamışlardır. Buna karşın Nazım Hikmet ise İnebolu’da kaldıkları süre içinde Dr. Adnan ile Halide Edip’in (Adıvar) referanslarıyla Ankara’ya geçiş izni almayı başarırlar.
Hala Milli Mücadeleye destek vermek isteğinde bir gram bile azalma olmamışsa da yine de ruhu belli ki büyük bir kaosa sokulmuş bir şekilde İnebolu’dan ayrılış için hazırlıklara başlar Nazım Hikmet. Ankara’dan gelen harcırahlarını alınca iki genç şair yola koyulurlar.Bugün için bir kısmı İstiklal Yolu güzergâhı olan tepelere doğru kendilerini vurdukça (şiirdeki tasvirlere bakarak muhtemelen Taşoluk ile Aşağıçaylı Köyleri arası olmalı) arkalarından kalan İnebolu’ya son bir kez bakıp “İnebolu” şiiri olarak da bilinen “İç Anadolu’ya İlk Bakış” şiirlerinin mısralarını kafalarından oluşturmaya başlarlar (İlk yayın: Anadolu’da Yeni Gün, 17 Şubat 1921).
İki arkadaş tuttuk dağlara giden yolu.
Öyle yükselmişiz ki, sahilde İnebolu
İnce sokaklarıyla ufaldıkça ufaldı,
Minareler bir çizgi, camiler nokta kaldı
Evleri birbirine giren şehrin içinde.
Ufuklar, genişledi önümüzde gitgide;
Denizi kucaklayan iki açık kol oldu.
Rüzgâr esti, denizin suları yol yol oldu.
Serilmişti yerlere yığınla kuru yaprak.
Yaprakların üstünde sendeleyip kayarak,
Dağın son kayasının dibine varabildik.
Bu tepede bu kaya mağrur bir baş gibi dik!
Çıkıp onun üstünden bakabilirsek eğer
Çocukken masallarda dinlediğimiz bir yer
Güzel İç Anadolu görünecekti bize.
Bunu nakşetmek için bir anda beynimize
Son adımı atmadan gözümüzü kapadık.
Gözümüz açılınca karşımızdaydı artık
Sisli vadileriyle rüyalı Anadolu.
Görüyorduk uzaktan dereye inen yolu.
Sağ yanında bir çayır, solda çam ağaçları…
O kadar yakındı ki, dağların yamaçları
Dereye düşen bahar bir daha çıkamamış!
Bu ne güzel memleket!
Yüksek dağlarında kış,
Deresinde ilkbahar, yollarında sonbahar
Altın güneşinde de yazın sıcaklığı var.”
Ankara’dan gelen harcırahla İnebolu’dan yün çorap, kilot pantolon ve o güne kadar fes giyen Nazım Hikmet, bir de kalpak alarak Ocak ayının sonunda üç gün sürecek Kastamonu yolculuğuna başlamış olur. Yaklaşık 10 kişilik bir intikal grubuyla Anadolu’ya geçiyor olmanın sevincini yaşayan Nazım Hikmet, İstiklal Yolu’nu adımlarken yaşadığı duyguları bu yolcukta yazdığı “Yol Türküsü” adlı şiiriyle anlatmıştır.
“Alnımızda yanar gençliğin tacı Yorgunluğun anasını satarız! Elimizde neşemizin kırbacı Ufukları önümüze katarız ./..
Göğsümüz kuvvetli, gönlümüz temiz,Tükenmez yolları tüketiriz biz,Ne saray, ne hamam, ne han isteriz, Nerde gün batarsa orda yatarız..”
Nazım Hikmet Anadolu’nun içine geçmekle 10 bin yılda biriken büyük ve köklü bir bilgeliğinde içine dalacaklarını, eşsiz Anadolu kültürünü yaratan-yaşatan derin fikirli mağrur bakışlı yerlilerle karşılaşacağını düşünüyordu. Ancak karşılaştıkları manzara ise bunun neredeyse tam tersi idi. Cahil bırakılmışlık, perişanlık, derbederlik, bilmezlik, başaramazlık ve fakirlik… İşte bu gördüğü manzaralar İnebolu’da Sadık Ahi’den dinledikleri ile üst üste çakışınca muhtemelen “yeni” Nazım’ın yapı taşları da oluşmaya başlayacaktı. Ancak bu tecrübelere karşın halkın her yerde kendilerini tanrı misafiri olarak kabul etmeleri, onlara çay, tütün, bulamaç ve bazlamaç ikram etmeleriyle birlikte ülke haberlerini can kulağıyla dinlemeleri ve ilgili olmalarını da Nazım Hikmet’in ve arkadaşlarının gözünden kaçmaz.
***
3 günlük bir intikalin ardından Kastamonu’ya varan Nazım Hikmet ve Vâla’nın o günlere dair akıllarında kalanlar kaçak rakı, frengi hastalığının yoğunluğu ve “Kayadibi” adı verilen mevkideki genelev ziyaretleridir. Genelevin ve oranın sakinlerinin tasvirini yapan şairler karşılaştıkları manzaradan rahatsız olmuş ve bu rahatsızlığı yeni siyasi düşüncelerinin ve halka bakış açılarının da değişmeye başlamasının etkisiyle bbu memleketin böyle kalmasında sorumlu kim?”sorusunu yönelterek ortaya koymuşlardır.
İnebolu’da başlayan yolculuklarında Anadolu halkının durumunun gözlemlenmesi ve halkın aslında birçok konuda geri bırakılmışlığı Çankırı yollarında iyice pekişir Nazım Hikmet için ve bu gözlemler eşliğinde 9 günlük bir yolculuğun sonrasında ise Ankara’ya yeni düşün dünyası ile girer…
***
Nazım Hikmet’in düşün ve şiir dünyasındaki Kastamonu imgesi elbette burada geçireceği günlerle sınırlı kalmayacak, hemen ölümünden kısa süre önce yazacağı “Sever mişim” adlı şirine kadar kendini gösterecektir. Bu şiire geçmeden önce ise Mustafa Kemal önderliğinde başarılan Milli Mücadele tarihini dünyaya ölümsüz bir edebi eserle tanıtan Nazım Hikmet’in “Kuvay-i Milli’ye Destanı’ndan” ve oradaki Kastamonu imgelerinden bahsetmemiz gerekir.
Nazım Hikmet Milli Mücadele tarihinin korkusuz, ruhunda ateşler yanan bir şairi olarak yola çıkmış ancak yaşanan süreçte dünyaya bakış açısı değişmişse de “Vatan Sevdası” hiç değişmemiştir…Milli Mücadeleyi edebi anlamda ve kesinlikle dünyaçapında destanlaştıran ender isimdir Nazım Hikmet. Nazım, onca vatanperver şair ve kalem üstadının içinde bu kutsal mücadeleyi bir “edebi bir destan” olarak ortaya koyan ve dünyaya duyuran yegânekişi olmuştur…
Nazım Hikmet ki bir ulusun diriliş mücadelesini tüm yalın çıplaklığıyla, ismi tarih kitaplarında geçmeyen ama bu kutsal mücadelenin kazanılmasında canlarını sunacak kadar katkı sağlamış birçok kahramanla zenginleştirdiği destanını 1939-1941 yılları arasında İstanbul-Çankırı-Bursa Cezaevlerinde günlerindeyken yazmıştır. Destanının kaynakları elbette kendisinin önemli bir kısmını yaşadığı tecrübeleri ile özellikle İstanbul Cezaevi günlerinde okuduğu Mustafa Kemal’in Nutuk adlı eseridir.
Destanın Kastamonu’yu ilgilendiren bölümünde Kerempe Burnu açıklarında Karadeniz’deki silah sevkiyatının nasıl bir cefa ile gerçekleştirildiği oldukça çarpıcı ve dramatik bir şekilde aktarılmaktadır.
./..Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan/baltabaş gemi/İngiliz torpitosudur./Ve dalgaların üstünde sallanarak/alev alev/yanan:/Şaban Reisin beş tonluk takası.
Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında,/gecenin karanlığında,/dalgalar minare boyundaydılarve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu./Rüzgar :/yıldız – poyraz./Esirlerini bordasına alıp/kayboldu İngiliz torpitosu./Şaban Reisin teknesi/ateşten direğiyle gömüldü suya.
Arheveli İsmail/bu ölen teknedendi./Ve şimdi/Kerempe Fenerinin açığında,/batan teknenin kayığında/emanetiyle tek başınadır,/fakat yalnızdeğil:/rüzgârın,/bulutların/ve dalgaların kalabalığı,/İsmail’in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.
Arheveli İsmail/kendi kendine sordu:/«Emanetimizle varabilecek miyiz?»/Kendine cevap verdi:/«Varmamış olmaz.»/Gece, Tophane rıhtımında/Kamacı ustası Bekir Usta ona :«Evlâdım İsmail,» dedi,/«hiç kimseye değil,» dedi,/«bu, sana emanettir.»
Ve Kerempe Fenerinde/düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,/İsmail, reisinden izin isteyip,/«Şaban Reis,» deyip,/«emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip/atladı takanın patalyasına,/açıldı.
***
Nazım Hikmet elbette mücadelenin şairi olduğu kadar sevdanın şairidir de. Onlarca şiiri insanca aşkları, yaşanabilir sevdaları ve gece karanlığına işleyen özlemleri anlatmıştır. İşte Nazım’ın “Severmişim meğer” adlı şiiri de yollara, hasretlere, uzak coğrafyalara sinmiş bütün bir hayatın sevdasını anlattığı bir şaheseridir. Bu şiir ki geçtiğimiz yıllarda Londra’da bulunan bir sanat merkezi olan Southbank Center tarafından son 50 yılın en güzel ve etkili 50 aşk şiirinden biri olarak seçilmiştir. Uzun bir şiir olan bu yapıt aslında 1960’lı yılların başında yazılsa da yukarıda da belirttiğim gibi bütün bir ömre yayılan sevdayı anlatır. İşte o ömürlük sevdanın içinde Nazım’ın henüz 19 yaşında iken yüreğinde taşıdığı isimsiz bir sevgisinin izi keten bir mendilin kenarından Kastamonu yollarında kendini gösterir…
Yıl 62 Mart 28
Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım
akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer ./..
./..İzmir’in kavakları
dökülür yaprakları
bize de Çakıcı derler
yar fidan boylum
yakarız konakları
Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına
ucu işlemeli
yolları severmişim meğer
asfaltını da./..
***
Nazım Hikmet’in dünyasında Kastamonu… Denizi, kıyısı, rüzgârı, savaşı ile… İnebolusu, Ecevit’i, Kastamonusu ile… Kışı, yolu, düşünce dünyası içinde yolculukları, yokluğu ile… İnancı, insanları ve sevdası ile…
MURAT KARASALİHOĞLU