Polis babam Remzi Tan’ın memuriyetteki son görev yeri Kastamonu ‘ydu (1948-1969). Dolayısıyla üç kardeş (Özdemir, Nail, Nevzat) ilkokulu Kastamonu şehir merkezinde evimize en yakın okul Abdülhakhamit İlkokulunda okuduk(Nevzat Cumhuriyet’te bitirdi.) Şazibey Mah., Çatlakkapı Sokak’ta kiralık bir evde oturuyorduk. Yaz tatillerinde Araç Kavacık köyündeki babamın ailesinden kalma evde oturur, bahçe ve bostanlarımızda, tarlalarımızda kışlık yiyeceklerimizi yetiştirir, böylece babamın geçim yükünü azaltırdık. Köyde ve Kastamonu’daki evimizin bahçesinde yetiştirdiğimiz tavuklar da yumurta ve et ihtiyacımızın bir bölümünü karşılardı.
Kavacık köyü ormanlarla çevriliydi. Tarlası, bahçe bostanı azdı. Çoğu ormandan açma tarlaların yarısı verimsizdi. Küçükbaş hayvanlar, birkaç inek, bir çift öküz köylünün başlıca gelir kaynağıydı. Çiftçilikten ürettikleri ancak karınlarını doyurabiliyordu. Kavacık ve diğer Araç köylerinde iki tür memurluk çok gözdeydi: İlkokul öğretmenliği, orman muhafaza memurluğu. Akrabalarımızdan Rafet Tan, Tahir Başat ve köylümüz Ömer Önal Göl Köy Enstitüsü açılmadan ilkokul öğretmeni olmuştu. Geçim şartları bizden çok iyiydi. Çocukları iyi okullarda okuyor, istediklerini giyiyor, yiyorlardı. Köyün eğitmeni İhsan Köse, Göl Eğitmen Kursunda yetişip köyümüze ilkokul yaptırmıştı. At biniyor, Araç pazarından maaşı sayesinde heybeleri dolu dönüyordu. Göl Köy Enstitüsünde okuyan köylülerimiz (hepsi de uzaktan yakından akraba olur) Dursun Köse, Fikri Önal, Orhan Önal, Ahmet Başat kıyafet ve davranışlarıyla, mandolin çalmalarıyla hayranlık uyandırıyordu. Kendisine “amca” dediğimiz Başöğretmen Rafet Tan’ın kızı Yüksel, 1951’de Göl Köy Enstitüsünden Beşikdüzü Kız Köy Enstitüsüne nakledilmişti. Yazın bizler gibi köye gelir, şehirli kızların edasıyla ağaçların altında kitap okur, enstitüye gitmemizi tavsiye ederdi. Babam ve annem şiddetle öğretmen olmamızı istiyordu. Oysa, benim gönlüm daha yükseklerdeydi. Hâkimlerin havasını, itibarını gördüğüm için hukuk fakültesinde yüksek öğrenim görmek arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Önce ağabeyim Özdemir Tan 1951 yılında şehir çocuklarına tanınan %25 kontenjandan yararlanıp Ünnen Önal’la birlikte Göl Köy Enstitüsünde okumaya başladı. 1950 yılında iktidara seçimle gelen DP, köy enstitüleri ve halkevlerini kapatmayı vadetmişti. 1951’de enstitüler altı yıla çıkarılıp kız-erkek ayrıldı, öğretim programları öğretmen okullarıyla uyumlu hâle getirildi. Ağabeyim Özdemir Tan’ın konuşması değişmiş, mandolin çalmaya da başlamıştı. Bu durum, babamı, annemi çok memnun ediyordu. Okul, elbise ayakkabı veriyordu. Yatılıydı. Annem ve babam köydeki evi tamir ettirdikleri gibi şehirde bir ev almayı düşünmeye başladılar. Sınavı kazanıp (köy çocuklarının hemen hemen hepsi sınava girerlerdi.) köy enstitülü olduk. 15 Eylül 1953-4 Şubat 1954 tarihleri arasında yaklaşık dört ay Göl Köy Enstitüsünde öğrenim gördüm. Bu yazıda işte bu dört ayda enstitüde yaşadıklarımı, hatırlayabildiğim kadarıyla anlatacağım.
Kastamonulular Göl Köy Enstitüsünin Daday yolu üzerinde şehre 10 km. uzaklıkta (şimdi Jandarma Eğitim Alayı) olduğunu gayet iyi bilirler. Y. Mimar Asım Mutlu’nun projesini çizdiği enstitü irili ufaklı 100’e yakın binadan oluşuyordu. Binaların çoğunu 1 Numara (Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin bağışladığı üç katlı konak, ilk eğitmen kursu binası) hariç öğretmen ve öğrenciler tarafından yapılmıştı. Enstitüye Kastamonu, Sinop, Zonguldak illerinden sınavla %75 köy, %25 şehir ilkokulu bitirmiş binlerce öğrenci arasından yazılı ve sözlü sınavla yatılı 100 kadar öğrenci alınıyordu. Müdür Mustafa Yaldır, Başyardımcı Mustafa Akgün, Eğitim Şefi Burhanettin Canatan’dı. Ağabeyim sayesinde dersliğimi, yatakhanemi kolaylıkla bulup yerleştim. Enstitünün batısında uzun, 60 kişilik koğuşlardan oluşan, öğrencilerin “Sibirya” adını taktıkları yatakhane birinci ve ikinci sınıflara tahsis edilmişti. İki kişilik ranzalar, tamamen ahşaptı. Branda bezinden içi otla doldurulmuş yataklar, üzerinde EKİ (Ereğli Kömürleri İşletmesi) yazılı yırtık pırtık battaniyeler (nevresim içinde), beyaz çarşaf ve yastık öğrencileri hiç rahatsız etmiyordu. Ülke II. Dünya Savaşı’ndan çıkmıştı. Köylerdeki hayat şartlarına göre enstitü daha iyiydi. Dersliğimiz yatakhaneye çok yakındı. Sibirya’nın anlamını kışın, tahta ranzaların cefasını da on gün sonra anladık. Tahtakuruları sabahlara kadar kanımızı emiyordu ama herkes hâlinden memnundu. Derslere girişi idare binasının balkonundaki bir kampana ilan ediyordu. Kimsede saat yoktu. Kampana sesi, altı yıl boyunca saatimiz olacaktı.
Birinci sınıf, binlerce ilkokul mezunu arasından yazılı ve sözlü sınavı jazanmış 50’şer kişilik A ve B şubelerinden oluşuyordu. Okulun genel mevcudu 600 veya 800’dü. Tam hatırlamıyorum. Çünkü bazı sınıflar, üç veya dört şubeydi. Her şubenin bir sınıf öğretmeni vardı. 1/B’nin sınıf öğretmeni dersliğin bitişiğindeki lojmanda oturan resim-yazı-iş öğretmeni Neriman Akoral’dı. Kocası da yine resim-iş öğretmeni Nevzat Akoral’dı (sonra GEE’ye öğretmen oldu, iyi ressamdı). Neriman Hanım, yazı dersine geliyordu. Böyle bir ders vardı. Her öğretmenin güzel elyazısının olması, mandolin çalması, marangoz, demirci gibi bir meslek daha edinmesi isteniyordu. Neriman Hanım, ilk dersinde tahtaya tebeşirle, elyazısıyla bir kaç söz yazıp kopya etmemizi söyledi. Şehirde okuduğum için en doğru ve güzel ben yazmışım. Beni, ön sıraya aldı; bahçe ve tavuklarının bakımıyla görevlendirdi. Öğretmenlerimizden Tarım dersine Feyzi Ersen, Müziğe Veli Asan, Türkçeye İsmail Sezgin, Fen Bilgisine Cemil Cahit Güneş, Sosyal Bilgilere Güzide Güner, İşe Mustafa Bayhan, Beden Eğitimine Ahmet Bağrıaçık giriyordu. En çok müzik, resim dersini seviyorduk. Bazı günler topluca yapımı devam eden sinema binası inşaatında çalışıyorduk. Bina iki ayda bitti ve film seyretmeye başladık.
Okulun elektriği, kendi elektrik motorundan üretiliyor,yaklaşık gece 23.00’te motor susuyordu. Etüt sonrası 22-23.00 arasında yatakhanelere ulaşıp uykuya dalmak zorundaydık. Sabahları nöbetçi öğretmen ve öğrenciler saat 6.00’da bizi uyandırıyorlardı. 7.00-8.00 arası bir saat etütten sonra yemekhanede genellikle zeytin peynir ekmek, tahin pekmez ekmek, tahin helvası ekmek, lop yumurta, ekmek ve kazanlarda kaynatılmış çaydan oluşan kahvaltımızı yapardık. Öğle ve akşam yemeklerinde mercimek, nohut, kuru fasulye, bulgur veya pirinç, üzüm veya elma hoşafı, helva ağırlıklı yemekler çıkardı. Sebze yemeklerinden kapuska, ıspanak ve pırasayı seven çok azdı. 24 kişilik uzun masalarda otururduk. Yemekhanede öğretmenler de öğle yemeklerini yerler, dev sahnesinde müsamereler verilirdi. Okuldaki bazı teknik işler dışında tüm işler nöbetçi öğrenciler vasıtasıyla yürütülürdü. Bazı akşamlar etüt saatinde topluca yemekhaneye götürülür patates, soğan, elma soyar; bulgur, pirinç ayıklardık. Birkaç sabah ahıra inek sağmaya, kaşağı yapmaya götürüldük.
Her pazartesi sabahı kahvaltıdan sonra ve cumartesi günleri 12.00’de yemekten önce idare binasının önündeki yola tüm öğrenciler, başlarında sınıf öğretmenleri dizilir, İstiklâl Marşı’nı söylerdik. Müdür Mustafa Yaldır, heyecanlı konuşmalar yapar, kuralları hatırlatır, öğütler verirdi. Müdürden ve öğretmenlerden en çok şu sözü işitirdik: “Derslerinize iyi çalışın. Sınıf kaybetmeden mezun olun. Okulsuz öğrenciler, yardıma muhtaç Türk köylüleri dört gözle yollarınızı bekliyor. Köyler, köy okulları sizi bekliyor!”
İlk hafta, her öğrenci beşinci sınıftan bir ağabey edinmişti. Bu bir gelenekti. Benim ağabeyim sonra Bursa Eğitim Enstitüsünde de karşılaştığım İnegöllü Numan Kartal’dı. Tanınmış bir yazar oldu. Okulun zengin kütüphanesinden nasıl yararlanacağımı ondan öğrendim.
Köy enstitüsünden öğretmen, usta öğretici, öğrenci herkes memnundu. Terzi, berber, marangoz, demirci usta öğreticiler vardı ama artık derse girmiyorlardı. Söküklerimizi, yamalarımızı terzilere ücretsiz yaptırıyorduk. Okulun verdiği bir takım elbise, palto, bir çift ayakkabı çabucak eskiyor, deliniyordu. Yamalıktan kimse utanmıyordu.
Köy enstitüsü döneminden acı anılar da var tabii. Öğretmenlerden dayak yemeyen tek öğrenci ben olabilirdim; çünkü çalışkandım, terbiyeliydim ama gelin görün ki ben de üç dört öğretmenden şiddetli tokatlar yedim. Son sınıf öğrencileri kendilerine öğretmen gibi davranılmasını, selam verilmesini istiyorlardı. 50’li, 60’lı yıllarda okullarda dayak yaygındı ve soruşturmaya maruz kalmazdı. Öğretim yılı üç döneme ayrılmıştı. İki yıl aynı sınıfta kalan okuldan atılırdı. Bedensel kusurlu, aşırı çirkin çocuklar alınmazdı.
27 Ocak 1954’te TBMM’de Köy Enstitülerinin İlköğretmen Okullarıyla Birleştirilmesi Kanunu kabul edildi. 4 Şubat 1954’te tabela değişti. Göl İlköğretmen Okulu oldu. Kısa süre sonra Fuat Artan müdür oldu. Okulda fizikîşartlarda değişim başladı. İşe değil derse önem verildi. Yine de diyorum ki: “İyi ki Göl Köy Enstitüsünde, dört ay öğrenim görüp enstitülerin yozlaştırıldığı dönemi bir nebze tanımışım…”Köy Enstitülerinin kapatılmasının acı sonuçları, bugün köylerde çiftçi yok olma durumuna gelince daha iyi anlaşılmıştır sanıyorum…Acaba?
NAİL TAN