Merhaba; bildiğiniz gibi aslında bugün mini serimizin son yazısını verecektim ancak “demir tavında dövülür” düsturu benim yaşam felsefelerinden biri olduğu için gündeme dün akşam yaşadığım minik bir olayı paylaşmak isterim.
Arıcılık benim yeni yaşam tutkum ve profesyonelliğim olsun diye uğraşıyorum biliyorsunuz. Bu yüzden de konu ile ilgili ne öğrenebilirsem, kendimi nasıl geliştirebilsem diye zamanımın, ekonomimin ve aklımın elverdiği her şeyi yapmaya gayret ediyorum. Motivasyonum böyle olduğu için de açılan eğitimleri, seminerleri sıkı sıkıya takip ediyorum. Bundan üç ay önce Düzce Üniversitesi Arıcılık Araştırma, Geliştirme ve Uygulama Merkezinin verdiği Ana Arı Yetiştiriciliği Eğitimine katılmış ve DAGEM’in ekosistemine dahil olmuştum. Bu sayede mevcut gelişmeleri sıkı sıkıya takip etme şansına sahip oldum. Dün de yine DAGEM’in düzenlediği “Bal Arısı Zehri Üretim Kursu II”ye katılmak için Düzce’ye geldim. Harika bir çalıştay ve uygulamalı eğitim sürecine de başladık.
Daha önceki yazılarımda da paylaştığım gibi insanların elbette olumsuzluklarını söylemek lazım, ama çok çok daha önemlisi olumluyu söylemek ve “teşekkür” etmeyi becerebilmek bizi daha çok geliştirir. Sonuçta güzellikten güzellik çıkar. Güzellikler, emekler paylaşılmalı, söylenmeli. Hangi iş olursa olsun emek veren herkes önce takdir edilmeli. Görünür olmalılar – olmalıyız ki motivasyonumuz güçlü olsun…
Doğru bildiniz yine bir teşekkür, takdir ve hayranlık bildirimim geliyor. DAGEM’in bekçisinden, Müdür’ü Doç. Dr. Meral Kekeçoğlu’na kadar tüm ekibini hayranlıkla takip ediyorum. İşlerini sevmenin, harikulade yapmanın ötesine geçmişler. Arıcı değil, arı olmuşlar. Tebrikler. Tüm ekibine, akademisyen, tekniker, idari personel kim varsa sadece ülkemiz arıcılığı için değil, dünya için bilim üretiyorlar. Ürettikleri bilimle sahayı birleştiriyorlar. Hani derler ya “Üniversite özel sektör birlikte olmalı” diye. DAGEM özel sektör işbirliğinin de ötesinde üretici ile birlik olmuşlar… Sonuçta biliyorsunuz “Arılar yok olursa dünyamızın sadece dört yıllık ömrü kalır.” Bu konu ile son olarak şuna da ekleyip asıl konumuza dönelim. Uygulama, pratik çok önemlidir. Bu doğru, fakat eğer bu pratik sağlam teori üzerinde yükselmiyorsa çöker. Teori binanın temellerini ayakta tutan, binayı taşıyan demirlerdir. Eğer inşaatı ucuza getirmek için demirden çalarsanız binanız yüzde bir milyon yıkılır. “Eğitim değil, iyi eğitilmiş bilim insanları şart.”
Takdir kısmımız bittiğine göre konumuza geçelim. Sıra kötekte… Düzce’ye gelince doğal olarak deniz de görebilmek için Akçakoca’ya geçtim. Keyifli bir ortamda hem deniz havası alıp hem de yazı yazayım diye. Oturduğum işletme gençler için oldukça popülermiş onu da öğrendim. Üniversite öğrencileri, gençler kafedeler. Hem de büyük kalabalıklar halinde. Umuyorum ki henüz dersler başlamadığı için oturuyorlardır. Ders astıkları için değil…
Hemen çaprazımdaki masadaki delikanlılar anlamadığım bir şekilde bana kuruldular. Galiba kendileri fazla boş oturdukları için boş oturmayan birinden rahatsız oldular… Görmezden gelip işime devam ettim. Bir sebepten arabaya gidip gelmem gerektiğinde, kısa bir an sonra ikisi de kalkmış peşimden gelmişler. Tekrar içeri girerken kafeye çıkan merdivenden iniyorlardı (belli ki beklemişler) tam yanlarından geçerken, “Almış önüne laptopu, takmış kulaklığı kız tavlamak için işadamı taklidi yapıyor. Gıcık oluyorum bu adamlara” dedi içlerinden biri, duyabileceğim şekilde. Tüm umudu “Bana mı dedin?” dememdi. “Bana mı dedin?” “Evet, ulan sana dedim!” şablonu. Ali Baba’nın “Açıl susam açıl” deyip de haramilerin mağarasının kapısını açmaz, ama bu tip delikanlıların (!) çok arzu ettiği “Kavga Çöplüğünün” kapılarını sonuna kadar açar… Sessizce yerime oturdum, ama içime dert oldu mevzu. Cevap vermediğim için değil. O delikanlılarının kayıp olma ihtimallerine. Ezberledikleri mafya dizilerdeki yaşamın sadece kurmaca olduğunu, hayatın bambaşka olduğunu söyleyesim geldi. “Sana ne” demeyin? “Başına iş açma sakın şimdi” de demeyin. Dedim ya eğriyi de doğruyu da açık yüreklilikle konuşma medeniyetine ulaştığımızda ülke olarak sahiden de uzaya ulaşırız… “Ne yapsam” diye düşünürken onlara bir mektup yazayım dedim. Sonuçta sözlerinin üstüne söz bekliyorlardı ki kavga etsinler. Sözlerinin üstüne yazı beklemediklerine göre kavga edemezler. O yüzden de aşağıdaki mektubu yazdım not defterime ve garsondan gönderdim masalarına. Yan masadan içki değil, ama bir mektup hediye edildi onlara. Mektubu okudular. Hâlâ yazabildiğime göre beni dövmediler de, hesaplarını ödeyip sessizce gittiler. Ders aldılar mı, almadılar mı bilmiyorum. Umuyorum sadece… Belki ummadıkları bir şey yaptığım için sustular. Belki de “Yahu bu adam deli, baksana döveriz sonra peşini bırakmaz mahkemelerde süründürür bizi” dediler bilemem. Ben gönlümü kıssadan hisse aldıkları yönüne koyuyorum… Buyrun efendim mektubumuza:
“Sevgili Delikanlılar;
Buraya gelip de laptopumu alıp işadamı gibi görünmeye çalışmıyorum, zaten öyleyim…
Ha bu arada önümdeki makine de laptop değil, epey pahalıca bir tablet… Bu makineye de kendi emeğim, alın terim ve sizin deyiminizle “işadamı(!)” gibi göründüğüm için sahip oldum. Ailemin emek verip eğitim almam için harcadıkları paraları boşa harcatmayıp okulumu bitirdim. Yüksek lisans bile yaptım. İşlere girdim çıktım, hatta zaman zaman batırdım. Sonra geri kalktım ve tekrar çıktım. Tek sermayem de ailemin bana sağladığı iyi eğitimdi. Yanisi şu; tıpkı benim ve benim gibi emekçilerin yaptığı gibi, yani “köpek gibi” çalışırsanız sizin de olur. Bu arada inşallah bunu başarırsınız. Bunu yürekten diliyorum. Sadece kendiniz için değil, sizlere emeklerini, ömürlerini veren aileniz için. Sizden çok bekleyen ülkemiz için başarırsınız…
Öyle fabrikalarım, hanlarım, hamamlarım yok, ama kendime göre işadamıyım ben de… Yazarım, çizerim, arada oynarım, yönetirim. Şimdi de arılarım var. 47 yaşımdayım… Tıpkı sizin gibi ben de bu harika üniversitenize öğrenmek için geldim. Bu dört yılınız çabuk bitecek. Gençliğinizse daha çabuk…
İnsanların hakkında peşim hükümde bulunmak, tehdit etmek, merdiven köşelerinde sıkıştırıp dövmeye karar vermek kolay. Ama siz lütfen zor olanı seçin. Merak ettiyseniz gelip sorsaydınız. Rahatsız olduysanız uyarsaydınız. Bir zamanlar ben de gençtim, anlıyorum sizi. Kanınız kaynıyor. Ama bilin ki erkeklik, yiğitlik kenardan kenardan tenhalarda laf atmak ile değil aydınlıkta cesaretlice konuşma ile olur. Cesaretin de, yiğitliğin de yolu medeniyetten geçer.
Umuyorum… Hayal ediyorum ve arzuluyorum… Gelecekte bir gün insanlarla yumruklaşmak için sebep aramak yerine, azıcık medeni olup tanışmayı denersiniz. Belli mi olur, belki o tanıştığınız kişilerin size faydası dokunur…
Neden mi yazıyorum? Çünkü, Atamız gençlere güvenmiş. Ben mi güvenmeyeceğim? Bir zamanlar gençtim ve Cumhuriyet bana emanetti. Şimdi sıra sizde… Bir de unutmadan, Atamızı iyi dinleyin ve sözünü tutun: “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir…”
Tableti ile işadamı taklidi yapan yabancı…
Sevgiyle…”
Böylece bugünkü yazımızın da sonuna geldik. Hepinize Düzce Yığılca’dan selam ederim.
Muhabbetle…
ZEKİ GÜRDAL KARAOĞLU