Kastamonu üzerine yine bir tarih yazısı. Anadolu Selçuklu Devletinin en güçlü zamanları denebilecek I. Alaaddin Keykubad dönemine gidecek, bu dönemde Kastamonu’nun kurucu babası Hüsameddin Çoban Bey’in odağında bazı olaylara bakacağız. Ancak, yazımız, dönemi anlatan birincil bir kaynağa dayanmaktadır. O nedenle ne bir dizi senaryosu ne de tarihe bugünün yükselen değerleri ile bakan bir kurgudur. Bu yüzden yazıda geçen Selçuklu’ya yani Hüsameddin Çoban Bey’in komuta ettiği orduya İslam Ordusu deyip savaştıkları Kıpçaklar’a ve dolayısıyla Selçuklu’nunbazı düşmanlarına Türk denmesini yadırgamamak gerekiyor.
Ama son dönemde tarihe olan ilginin kaynağı TV dizileri de göz önüne alındığında belki bazı gerçekleri kamufle etmeden İbn Bibi’nin Selçuknamesi’nden muazzam bir senaryo ve senaryo metni de çıkarılabileceğini eklemek gerekir.
- ••
İbn Bibi, 13. yüzyılda Anadolu Selçuklu Devleti’nin tarihini neşreden önemli bir isimdir. Selçuklu’ya dair birçok bilgi onun yazmış olduğu “Selçukname” adlı eseri ile günümüze ulaşır. Kendisi İlhanlı kökenli olsa da Selçuklu sarayında görev almış ve çok sayıda Arapça ile Farsça şiirlerle süslediği edebi bir tarih eserini meydana getirmiştir. Selçukname’ye özellikle şiirler açısından bakılacak olursa edebi bir tarih anlatımından çok bir destanın oluştuğu görülebilir.
İbn Bibi, (tam ismi: el-Hüseyin bin Muhammed bin Ali el-Ca’feri er-Rugadi)Selçukname(El-Evamirü’l-Ala’iyye fi’l-Umur,’l-Ala’iyye), adlı eserini 1280’ler gibi tamamlamışsa da 1190’lardan 1280’li yıllar arasındaki olayları konu edinir.
İbn Bibi, Sultan I. AlaaddinKeykubad (1219-1236) Dönemi olaylarını ele aldığı bölümde Kastamonu merkezli uç beyliği konumundaki Çobanoğulları Beyliği hükümdarı Hüsameddin Çoban Bey’e önemli bir yer ayırır. Çünkü Hüsameddin Çoban Bey, Sultanın buyruğu ile Selçuklunun ilk deniz aşırı seferi olan Suğdak Seferi’ni yönetecek ve Kuzey Karadeniz ticaret yaşamını düzene koyacaktır. Seferin ana nedeni, Kırım bölgesine yapılan Moğol saldırıları ile buradaki ticari yaşamın oldukça sarsılmış olması ve Ruslar ile Kıpçaklar’ın ticaret güvenliğini iyice bozmasıdır. Karadeniz deniz ticareti ve güvenliğinin sağlanmasını isteyen SultanAlaaddin Keykubad,bu bölgeden gelerek huzuruna çıkan tüccarların ve şikâyetçilerin dertlerini dinledikten sonra Suğdak’a (Günümüzde Ukrayna’ya bağlı özerk Kırım’ın Sudaq şehri; eski Rusya’da Surozch) sefer yapılmasınıistemiş ve uç beyi ve aynı zamanda Melikü’l-Ümerası (Beylerbeyi ve Ordu Baş Komutanı)olan Hüsameddin Çoban Bey’e buyruk çıkarmıştır. Tarihler kesin olmamakla birlikte 1220-1222 arası Haziran ayı olarak kabul edilmektedir.
- ••
Suğdak Seferi kararı verilip, bu kutlu görev Hüsameddin Çoban Bey’e iletildiğinde İbn Bibi bu çok önemli tarihsel şahsiyeti büyük bir övgü ileşeceresini ve karakter özelliklerini ayrıntılı bir şekilde anlatarak konuya giriş yapar.
İbn Bibi Melikü’l-Ümera Hüsameddin Çoban’ı şu şekilde tanımlar:
“…Devletin kıdemli emirlerinin büyüklerinden ve saltanat sipehdarlarının ileri gelenlerinden, düşüncede, dirayette, cesarette, cömertlikte, mertlikte, yiğitlikte, adamlarının ve mallarının çokluğunda ün kazanmış ve emirlerin seçkinleri arasında imtiyaza ve saygıya sahip, dünyanın her şehrinde ve bölgesinde güneş gibi rahatın ve Merih gibi heybetin kaynağı olan, cömertliğinin menşuru HatemiTayi’nin şöhretinin ortadan kaldıran, bütün ihtiyaç sahiplerinin, dünyanın bütün mamur yerlerinden gelip aziz eşiğinden feyz almayı farz-ı ayn saydıkları, ikram bulutlarının büyük küçük herkesin üstüne yağdığı, pehlivan soylu ve gazi tabiatlı kölelerini her zaman Alemlerin Rabbi’nin rızasını kazanmaları ve sevap işlemleri için gazaya gönderen; yazarlara, şairlere,fazlıllarave tasavvuf ehline izzet ve ikramlarda bulunan, onların gelişini müjde sayan; kölelerini savaş alanından, konuşandan, konuşmayandan, maldan, eşyadan, köleden, cariyeden getirdiklerinin hepsinin eğer bir dinar da olsa misafirlerine ikram eden; fakr u zaruret içinde olanları servet ve saman sahibi yapan; her zaman “Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz” hükmünün gereklerini, işlerini ve davranışlarını, ibadet ve fazilet ehlinin, ilim ve amel sahiplerininkine uyduran oğullara ve torunlara sahip Melikü’l-Ümera Hüsameddin Çoban Bey”
Sultan Alaaddin Keykubad’ın Hüsameddin Çoban Bey’e buyruğu İbn Bibi tarafından şiir şeklinde şu cümlelerle verilir:
“Tanrı’nın yardımıyla kalkıp orduyu Suğdak sınırına doğru sür.
Orası gelin gibi süslenmiş olup, Rus denizine dayanmaktadır.
Suğd, Hazar’ın yanındadır. Oraya gitmek için denizi geçmek gerekir.
Ordu, oraya varınca bir gemi bulup burca binmiş ay gibi oraya binsin.
Suğd’un, Saksın’ın Kıpçak’ın ve Rus’un günlerini karartsın.”
Sinop tersanesinde (Sinop şehri ilk olarak 1214 yılında Selçuklular’ın, daha sonra 1261 yılında Trabzon Rum İmparatorluğu’nun ve 1263 yılında da Pervaneler’in eline geçmiştir) hazırlanan büyük bir donanma ile yola çıkan Hüsameddin Çoban Bey’in ordularını gören Suğdhalkı başlarına geleceği anlayınca Çoban Bey’e henüz denizde iken elçiler gönderdiği gibi Kıpçak ve Ruslara da yardım için çağrıda bulunurlar. Suğdsözcüleri “Sultan’ın askerlerinin melikinin bayrakları, denizde yürüyen dağlar gibi gemiler üzerinde görülmekte olup yönünün bu tarafa çevirmiştir” diye cümleler kurarak yardım talep etmektedirler.
İbn Bibi’nin şiirine yansıdığı şekilde Suğd sözcüleri çağrılarında:“Rüzgârın ateşini suyun yüzüne çıkardığı böyle bir orduyu rüyasında bile görmedi/Eğer bu dalga denizin dışına dökülürse ne Kıpçak, ne Rus, ne de Hazar kalır.”diyerek biçareliklerini ortaya koyacaklardır.
Suğd sözcülerinin mesajını alan Kıpçak Meliki, Rus Meliki’ne haber gönderirken,“Gemiden denizin üzeri öyle örtülmüştü ki güneş suya ulaşamıyor/Şimdi biz canımıza ölüme bıraktık, zaten tomurcuk, dolu danelerine karşı ne yapabilir ki” diyerek umutsuz bir çabanın sonuçsuzluğunu çoktan kabul ettiklerini göstereceklerdir.
Görüldüğü üzere Selçuklu Donanması oldukça önemli ve titiz bir hazırlık yapmış, büyük bir donanma ve ordu hazırlamıştır. Burada her ne kadar İbn Bibi’nin devletini korumak adına bazı ifadeleri abartı olarak kullanmış olsa da henüz deniz tecrübesi olmayan bir ordunun, dünyanın en tehlikeli askeri harekâtı olan deniz çıkartmasına yeltenmesi büyük cesaret ve planlama gerektirmektedir. İlerleyen satırlarda görüleceği üzere bu çıkartma ve akabindeki savaşlarında başarılı geçecek olması bu planlamanın ne kadar üst düzey olduğunu doğal olarak da Hüsameddin Çoban Bey’in hem bir devlet insanı hem de askeri bir deha olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
- ••
Kıpçak ve Ruslar kendi aralarındaki haberleşmelerle 1 hafta içinde 10 bin süvari toplarlar ve Hüsameddin Çoban’a gönderdikleri elçinin dönüşünü beklemeye başlarlar. Elçi,Melikü’l-Ümera’dan geri dönmesini istediklerini ve her türlü vergiyi artırarak vereceklerini söylese de Hüsameddin Çoban Bey gazap ateşine tutulmuş halde şu cevabı verir:
“Tac ve taht sahibinin fermanıyla orduyu buraya savaş pazarını altın karşılığında satmak için çekmedim. Her gelen habercinin boş sözlerine, masallarına kanarak işimden vazgeçmem.”
İbn Bibi ise bu sözleri şöyle bir şiirle sürdürür:
“Cihan padişahının fermanını alınca gemilerle suyun kalbini yardım / Bil ki, bu ülkenin mamur yerlerini yıktıktan sonra oraları baykuşlara teslim edeceğim”.
Elçi,Melikü’lÜmara’dan aldığı cevapla umutsuzluğun karanlık denizine dalarken, Selçuklu Sultanının ordusu çıkartma harekâtına başlamış ve şu satırlarla bu durum ifade edilmiştir:
“ BütünovaTürk’le(İbn Bibi, Türk kelimesini Selçuklular’ın karşısındakiler için,özellikle de Kıpçaklar için kullanmaktadır) dolu idi. Fakat onların miğferleri ateşe karşı ne yapabilirdi ki. / Türkler, ovada ay ışığı gibi parlayan ordunun zırhını gördükleri zaman / Dünyanın baştanbaşa kılıç ve zırhla dolmuş, bütün ovanın tepe ve denizle örtülmüş olduğunu fark ettiler. / O zaman korkudan şarap içmeden sarhoş oldular. Kalpleri kanadı ve canlarından ümitlerini kestiler.”
Hüsameddin Çoban Bey ordusunu sağ salim karaya indirip ordugâhını kurucunca bezm (eğlence meclisi) düzenler ve ilk olarak elinde ay gibi parlayan kadehi ile padişah anısına yeri öpüp, elindeki kadehi yudumlar.Daha sonra bütün komutanlarla birlikte sabaha kadar eğlenip sanki vaat edilmiş bir zaferin öncü kutlamasını yaparlar.Sabah olduğunda Selçuklu ordusunun öncü süvari birliği Hüsameddin Çoban Bey’e çok büyük bir ordunun hazırlandığını, Selçuklu ordusunun deniz ile düşman ordusu arasında kaldığını bildirir.
Hüsameddin Çoban Bey ise önce Kıpçak ve beraberindekilerin saldırmasınınbeklenmesini, kin ve kibirleri sakinleştikten sonra karşı saldırıya geçilmesini emreder ve “Saldırıya geçip kaplanlar gibi savaşalım. Mertlik gösterip şan ve nam alalım. Çünkü dünyada kimse edebi kalmaz, insanlardan eser olarak yalnızca nam kalır.” diyerek taktiklerini açıklar. Akşama kadar süren meydan muharebesinden galip ayrılan Hüsameddin Çoban Bey, önce yıkanıp abdestini alır, iki rekât şükür namazını kıldıktan sonra uzun bir duaya durur.Gece olduğunda ise tüm komutanları toplayıp yarının harekâtını planlayan Hüsameddin Çoban Bey,gün içindeki savaşta Kıpçak ordusunun tüm zaaflarını çözmüş bir şekilde, ama hiçbir işi şansa bırakmayacak bir taktikle yarın yapılacak savaşın zaferini muştular.
Ertesi gün özellikle Kıpçak Ordusunun neredeyse yok edilmesiyle gelen zafer sonrasında Rus Meliki Hüsameddin Çoban Bey’e bir elçi göndererek barış ister. Elçinin yanında birçok ülkeden toplanan kıymetli hediyeler, Rus ketenleri ve kürkleri, Bedahşan mücevherleri, 20 bin dinarlık bir sandık vardır.Hüsameddin Çoban Bey’in elçiyi huzura alma merasimi ise muhteşem bir algı operasyonu ve gözler ile gönüllere korku salmanın ve etkili bir mesaj vermenin muhteşem bir sahnesidir.
100 adet genç, tam anlamıyla silah ve zırh koşulmuş, şahane başlıklı ve eyerli atları ile karargâh önüne sıralanmışlardır. Başka bir grup ise altın zırhlarıyla atları üzerinde dizilmişlerdir. Ve Rus elçi bu göz kamaştırıcı alayın önünden geçecek ve gördükleriyle zaten aklını başından uçtuğundan geri döndüğünde gördüğü bu azameti anlatırken kendi tarafını psikolojik olarak çökertmeye başlayacaktır.
Rus elçinin barış yakarışını Sultan’a ileten Hüsameddin Çoban Bey kendine gelen hediyeleri askerlerine dağıtırken, devletli olmasından kaynaklı Rus elçiye de soylu atlar, kını Hint altınından yapılan bir kılıç, altın işlemeli birçok hediye sunar. Ayrıca Melikü’l-Ümera mallar, merkepler, yağmalanan erkek ve kadın köleler, dillere destan olan, aşıkların baş belası Kıpçak güzellerinden meydana gelen çok miktardaki ganimeti Sinop ve Kastamonu’ya gönderir.
- ••
Kıpçak ordusu yenilmiş, Ruslar barış istemişken Suğd Halkı büyük bir ümitsizliğe düşse de kendi şehirlerini tahkimatını sağlamlaştırırlar(Bu dönemde Suğdak şehrinin tek bir millete ait değil, tamamen bir ticaret kenti olduğundan oldukça kozmopolit bir yer olduğu düşünülmelidir).Bir hafta içinde Çoban Be’yin ordusunu kıyıdan kent kapılarının önünde kadar getirir.Ordugâhında ilk geceyi bezm ile geçiren Hüsameddin Çoban Bey, ikinci gecenin şafağında saldırıya geçmiş veİbn Bibi bu savaşı şu şekilde anlatmıştır:
“Bütün ordu zırh altına girdi. O halleriyle taze gül bahçesine döndüler… Ordu dağ gibi yerinden oynayınca davulun gümbürtüsü bütün dünyayı kapladı… Biri taştan diğeri kılıçtan iki ordu karşı karşıya geldi” .
İlk gün şehir surları önünde çok kanlı geçen bir savaştan sonra ertesi gün Selçuklu süvarileri önce şehre girmiş, şehir içindeki yoğun ve art arda olan siperlerden kaçar gibi yapıp şehrin içinde kalan tüm birliklerin sur dışına çıkmasını sağlamıştır. Bu aslında Türk ordusunun meydan savaşlarındaki genel taktiği olan önce kaçıp sonra kuşatma harekâtı ile topyekûn imha hareketidir. Ve taktik işe yaramıştır ki, bir süre sonra süvariler geri dönüp şehrin içinde kalan Suğdların yaşlısından gencine kadar kan selini vadi ve derelere akıtmışlardır.
Kalan Suğdlar Hüsameddin Çoban Bey’den af dilemiş, vergi, rehine her türlü isteklerin yerine getirileceğini söylemişler, Bey de insaflı ve merhametli davranarak bütün bu ricaları (barış isteği) Sultan’a iletmiştir. Ertesi gün Suğd şehrindeki neredeyse tüm hazine ve değerli mallar toplanmış, Hüsameddin Çoban Bey’e teslim edilmiş, Bey de bu hediyeleri Sultana göndermiş ve şehrin yağmalanmamasını buyurmuştur.
Sultan Alaaddin Keykubat,Suğdak’daki tüm gelişmeleri haber alınca Melik’ül-Ümera’ya şu emri gönderir:
“Suğdluların suçlarının bağışlanması konusundaki teklifini kabul ettim. Onun söylediğive yaptığı herşeyi biz buyurduk. Suğdlular bizim gazap ateşimizden ve ceza kartalımızın pençesinden kurtulabilmeleri için çan ve kilise yerine, peygamber Muhammed Mustafa’nın pak şeraitninin mihrabını, minberini ve düzenini yerleştirsinler. O diyarın tüccarlarından aldıkları malları tam ve şartsız onlara teslim etsinler. Bu işleri yerine getirdikten sonra hazret,saltanatın itaatkâr emirlerinden birini muhafız olarak oraya bıraktıktan sonra geriye dönsün.”
Melikü’l-Ümera iki hafta içinde tüm buyrukları yerine getirdi, bir cami yapıldı ve tüm resmi ve dini görevliler teslim edildi ve “Peygamber geleneğini canlandıran ve dini yayan padişah”unvanıyla Kastamonu’ya geri döndü.Hüsameddin Çoban Bey’in bu geri dönüşünde çok sayıda gayri-müslim köle ve Suğdak şehrinin ileri gelen ailelerinden aldığı esirler de bulunmaktadır. Ancak Suğdak şehri 1239’da Moğol istilasına uğrayıp Selçuklu elinden çıkmıştır.
- ••
Suğdakseferini, Anadolu’nun Türk Dönemi denizcilik tarihinde, deniz savaşı tarihinde Selçuklu Devleti’nin eli ile de olsa Kastamonu’nun komuta etmesi ve stratejik planlamayı yapması çok önemli bir durumdur. Selçuklu tarihinde önemli bir kesiti görmenin yanında Çobanoğulları Beyliği ile Kastamonu’nun denize olan hâkimiyetini de öğrenmek İbn Bibi sayesinde mümkün olmaktadır.
Neredeyse aynı dönemde Hüsameddin Çoban Bey’in torunu Yavlak Arslan’ın Gideros Kalesi’ni fethi; ilerleyen dönemde, Fatih,Candaroğulları Beyliğini ele geçirdiğinde Sinop tersanesinden 900 tonluk bir gemiyi İstanbul’a naklettiğinde görülen şeyler Kastamonu’nun aslında denize, deniz kültürüne ve deniz ticaretine verdiği önemi gösterir. Yine Karadeniz’in güvenliği ve ticareti için Bizans döneminden devir alınan Gideros, Kazallı, Timle, İnebolu, Ginolu gibi kaleleri tahkim eden Kastamonu’daki beylikler ve Osmanlı kültürüdür. Tüm bunlara karşın günümüzde her ne kadar Kastamonu, 170 kilometre gibi uzun bir kıyı bandına sahip olsa da hem coğrafya hem de kültür açısından denize uzak bir görünüm çizmektedir. Ancak, görüldüğü üzere, 800 yıl önce deniz aşırı sefer yapabilen Kastamonu’nun kıyı ve deniz tarihi-kültürügünümüzde daha çok ilgi görmeli diye düşünüyorum.
Görseller internetten alınmıştır.
MURAT KARASALİHOĞLU