Hava, su ve ekmekten sonra en çok elektriğe ihtiyaç duyarız. Günümüzde elektrikle çalışan o kadar çok eşya var ki saymakla bitmez. Bir an için elektriğin yok olduğunu düşünelim; emin olun hayat durur. İlkel yöntemleri bıraktık; önce aydınlanmada yararlandık elektrikten. Sonra makineler ve diğer araçlar çalışmaya başladı.
Kastamonu’da elektrik ilk kez Sanat Okulu’nda kullanılmış. Zira yeni alınan makineler elektrikle çalışıyor. Doğaldır ki bu amaçla alınan jeneratörden üretilmiş. 12 Ocak 1925 günü okulda bir tören yapılmış. Vali Fatin Bey, okul yönetici ve öğretmenleri ile il genel meclisi üyeleri katılmış; herkes çok sevinmiş. Vali, okul müdürü çağın bu güzel nimetine kavuşmaktan dolayı memnuniyetlerini ifade etmişler ve muhtemelen kısa konuşmuşlar. O gün 331 numaralı Sıtkı adındaki öğrenci bir konuşma yapmış; duygularını anlatmış. İlginçtir, diğerlerine yer verilmezken öğrencinin sözler aynen yazılmış. Bugün o konuşmayı okuyacaksınız. Öğrencinin irticalen konuşması mümkün değil. Zira öyle bile olsa konuşmayı nasıl zapt edeceksiniz? Muhtemelen önceden yazdı ve orada okudu. Konuşma eğer kendisi tarafından hazırlanmış ise öğrencilerin kültür seviyesini göstermesi bakımından son derece önemlidir. Kararı siz verin:
“Muhterem büyüklerim. Bir küçük çocuğun oyuncaklarına atladığı gibi, genç ve müteceddid Türkiye de terakkiye, temeddüne öyle bir tehâlüke koşuyor. Ötede bir fabrika, beride bir inşaat, daha ötede yeni bir tesisat. Burada motor, dinamo vesaire, her tarafta bir yenilik ve bir faaliyet var. Bilmem ki biz bunları neden ancak henüz anlayabilmişiz. Acaba Garb da mı yeni yürüyor, dünya mı yeni terakki ediyor. Fakat hayır, kitaplarımızdan okuyor, muallimlerimizden dinliyoruz. Geceleri gündüz gibi parlak, sokakları salon gibi temiz, binaları saray gibi büyük memleketler var imiş. Hem bunlar asırlarca evvel yapılmış. Ya biz niçin böyle kalmışız? Evet, muhterem büyüklerim. Bunun sebebini yeni öğrendik. Osmanlı tarihini sefahat ve muharebatla dolduran ve ulu hakan diye yâd edilen kanlı ve katil sultanlar, imar yerine sefahat, irfan yerine istibdat, sanat namına da ihanet saçmışlar. Zavallı şu masum ülke böyle harap ve perişan kalmış. Garbın daha sarp ve hasis olan toprağından cennetler gibi muazzam şehirler ve muazzam servetler vücuda gelirken, bizim şu sahih hazinelerimiz üzerinde sultan baykuşlarının kanlı pençeleri soyacak, yutacak şikâr arıyordu. Memlekette terakki, teceddüt namına parlayan bir tek şule yoktu. Masum ve mazlum Türk köylüsü alnının teri ve kazancını nereye ve kime verdiğini bilmiyor, mütemadiyen veriyor, her isteyene veriyor, her ver diyene veriyor. Bükülen belini çekemeyen, bacaklarına yardım için alıyordu. Verdiklerinin karşılığı olarak vere vere verilen sanılan paralar gidiyor. Fakat nereye gittiğini o zaman kimse bilmiyordu. Meğer; ah! Meğer aç bekleyen çocuklarının nevalesinden kesip Türk’ün verdiği bu paralar sarayların sefahat ihtişamına, cariyelerin, sultanların zevkine ancak kâfi geliyormuş! Yarabbi bir millet için ne feci bir musibet imiş. Allah’a pâyansız hamd ü senâlar ve şu inkılapta pişvâ-yı millete nihayetsiz şükranlar ki o kahhar varlığı o zalim saltanatı parçaladı. Ve bir harabezar olan şu memlekete de nur u hayat gösterdi.
Bakınız efendiler! Millet kendi malını nasıl istimal ve nasıl sarf ediyor. Evet, milleti temsil eden siz büyükler kendi paranızla neler yapıyor ve daha neler yapacaksınız. İşte bu gibi irfan ve terakki müesseseleri yıllardan beri niçin bu şekilde veya daha mütekâmil olmamalı idi. O zamanlar Türk şimdikinden fakir miydi? Fakat ne mümkün İrâde-i hazret-i şehriyâri olmadıkça bir arşın yere bir iş kazığı çakılabilir miydi? Şimdi böyle mi ya? Hayır! Her tarafta hummalı bir sâi, ateşli bir teşebbüs var. Teceddüt ve tekemmül nedir anlaşıldı. Bütün mânialar parçalandı. Bütün Anadolu’nun zengin toprakları bir kıyam suyla müşabih istical ile servet, refaha saçmak istiyor. Millet bunu anladı, büyüklerimiz bunu gördü. Oh, memlekette bir intibah rüzgârıdır esmeye başladı. Her tarafa bir nâğme-i teceddüt ve terakki fısıldıyor. Büyüklerimiz yarın bize mâmur ve mütekâmil olarak teslim edecekler. Biz de onu ahfâdımıza cennet olarak devredeceğiz. Türk kendi servetine, kendi hürriyetine hâkim olursa onun cevval zekâsı Garba ulaşmakta hiç de gecikmeyecektir. Bunu anlayan millet, artık herhangi akur ve müstebit bir baş görse onu muhakkak koparacak ve tuttuğu yoldan teceddüt ve terakkiden dönmeyecektir. İşte mektebimiz buna bir misal değil midir? Evvelce hangi mektep düşünülüyor, hangi müessese-i irfan aranıyordu. Fakat bugün bakınız medeniyetin en mühim ihtirâı olan elektrik mekteplerimize girmeye başladı. Yarın daha umumileşerek evlerimize de, sokaklarımıza da yapılacak ve bu parlak ziyalar altından böyle sıhhî ve muazzam binalar içinden elbette Türk mübdileri de yetişecektir. Bunu da bugün siz büyükler ve siz milletin büyükleri yapacak, yarın da sizin sayenizde yetişen biz küçükler. İşte bundan sonra Türkün serveti böyle kendi gözünün önünde parlayacaktır. Yaşasın muazzam Türklük.”
Yazıyı bağlarken son bir not daha yazalım. Biliyorsunuz Atatürk 1925 yılında Kastamonu’yu ziyaret etti. Olukbaşı semtinde terzi Mehmet Emin Efendi’nin konağında kaldı. O yıllarda şehirde elektrik olmadığı için Sanat Okulu’ndan buraya özel bir hat çekilmiş ve o günlere mahsus olmak üzere elektrik verilmiş.