Toplumu rahatsız eden önemli konuların başında şiddet geliyor. Bunun, bir köşe yazısı içinde anlatamayacağımız çok çeşitli nedenlerini sayabiliriz. Görülen bir gerçek var ki, insanlarımız tahammülsüz, hoşgörüden uzak; aralarındaki sorunları müzakere ederek çözmek yerine şiddete başvurmayı tercih ediyor. Bunun sonucunda istenmeyen olaylar meydana geliyor ve insanlar telafisi mümkün olmayan zararlar görüyor.
Şiddet; dar anlamıyla güç kullanmak, vurmak, karşı tarafa sert davranışlarda bulunmaktır. Geniş anlamıyla şiddet; ruhsal ve fiziksel olarak bireyin inanışlarına, manevi değerlerine baskı uygulamaktır. Hakaret etmek, baskı yapmak, kırıcı, incitici davranışlarda bulunmak şiddet olarak kabul edilir. Bütün bunların sonunda birey yaralanabilir, sakat kalabilir hatta ölebilir. Uzun süreli ruh sağlığını yitirebilir. Kişinin maruz kaldığı bu durumlar, kendisi kadar mensubu olduğu ailenin de her türlü yaşayışını derinden etkileyebilir.
Şiddetin görünen bireysel tarafı olmakla beraber, aileyi ve onun ötesinde ailenin yaşadığı toplumu etkileyen boyutlarını da düşünmek gerekir.Şiddeti meydana getiren insandır. Bu nedenle önce insanın yetişme tarzını incelemek gerekir. Her insan dünyaya masûm geliyor. Davranışlarımızı önce aileden, sonra içinde yaşadığımız çevreden ediniyoruz. Ruhen sağlıklı ortamlarda yetişen insanlar mutlu ve huzurludur; çevresine zarar vermekten kaçınır, devamlı surette olumlu katkılar sağlar.
Mutluluk aileden başlar. Aile; anne, baba ve çocuktan meydana gelir. Bu yapıyı eşkenar bir üçgen gibi düşünebilirsiniz. Anne, baba arasındaki uyumlu, sağlıklı ilişkiler çocuğa mutluluk olarak yansır.Böyle bir ailede yetişen çocuk mutludur, sevecendir, çevresine ve ülkesine karşı kendini sorumlu hisseder. Buna karşılık anne baba ilişkileri sorunlu olan bir ailede yetişen çocuk huzursuzdur, intikamcıdır. Anne ve babasına karşı nefret hissiyle doludur. Bu duygularını ailesine yansıttığı gibi, zamanla topluma da yansıtır, istenmeyen davranışlar gösterir. Ailesiyle barışık olmayan bir çocuğun toplumla uyumlu olması asla mümkün değildir. O halde şiddeti önlemek için birinci yol, aile içindeki mutluluğu ve huzuru sağlamaktır.
Aile içindeki huzur öncelikle anne ve babanın mutlu evliliği ile başlar. Çocuğun doğumu bu mutluluğu daha da çoğaltır. Her şeyden önce tarafların, ailenin kutsiyetine gönülden inanmaları gerekir. Türk toplumunun temeli ailedir ve aile kavramı kutsaldır. Çeşitli nedenlerden dolayı özellikle son yıllarda, aile yapımızda çok önemli bir çözülme gözleniyor. Dışarı yansıyan kavgalar ve geçimsizlikler yanında, adliyelere intikal eden binlerce boşanma davası, haklı olarak övündüğümüz aile yapımızın çatırdamakta olduğunu gösteriyor. Bu durum böyle devam ederse, toplumdaki şiddetin boyutları daha da artacaktır. Demek oluyor ki, şiddeti önlemek için önce bireylerin yetiştiği aile yapısından işe başlamamız gerekir.
Biz, her konuda olduğu gibi daima sonucu tartışıyoruz. Bu çok yanlış bir yaklaşım. Sebeple sonuç arasındaki ilişkiyi hiç hesaba katmıyoruz. Her olumsuzluğun mutlaka bir sebebi ve başlangıcı vardır. Bunların psikolojik olduğu kadar ekonomik taraflarını da hesaba katmak gerekir.
Şiddet ve aile içi geçimsizliklerin artmasında hayat şartlarının, ekonomik zorlukların hissesi elbette yadsınamaz. Ancak her şeyi ekonomiyle irtibatlandırmak da pek uygun bir düşünce tarzı değildir. Ne var ki, uzun zamandan beri yaşadıklarımız toplumda bir çözülme meydana getirdi ve değer yargılarımız önemli ölçüde aşındı, hatta kayboldu.
Televizyonların ve son yıllarda sosyal medyanın devreye girmesi olumsuzlukları hızlandırmıştır. İzlenmeyi artırmak için bazı olaylar abartılı bir şekilde ekranlarda devamlı gösteriliyor. Keza bazı filmlerde hem şiddet, hem de cinsellik ön planda tutuluyor. Filmlerin aile yapımıza ve toplumsal dokumuza ne gibi zararlar verdiği dikkate alınmıyor. Her türlü yöntemle para kazanmayı ve rüşveti meşru sayan meşhur Dallas dizisi neden bu kadar çok izlenmiştir? Acaba filmin karakter oyuncularıyla bir idendifikasyonyaratılması mıdüşünülmüştür?Bilinç altına gizli bir özendirme mesajı mı sokulmak istenmiştir?
Türkdizileri ve filmleri arasında şiddeti özendiren çok fazla sahne bulunmaktadır. Türk dizilerinde sigara sahneleri buğulanırken, silah sahneleri serbest bırakılmıştır. Tabancanın, kavganın olmadığı bir film seyretmek adeta imkânsızdır. Bu filmleri televizyonlarda milyonlarca insan yıllardan beri izlemektedir. Özellikle 1990 sonrasında, özel televizyonların ortaya çıkması, reyting sağlama arzusu her türlü olumsuzluğu meşru hâle getirmiştir. RTÜK bu konuda bazı araştırmalar yaptırmış olmakla beraber, çoğu kez seyirci kalmıştır.
Şiddet olayları,televizyon ve diğer medya organlarında bu kadar sıklıkla gösterilirse, toplum bağışıklık kazanır ve önemli ölçüde kanıksama başlar. Bugün karşılaştığımız durum tam da budur. Medya sanki şiddeti pazarlıyor. Haber değeri var veya toplum gerçeği diye her olay televizyonlarda yer almaz ki. Bunun bir ölçüsü olmalı. Özellikle kadın cinayetleri artıyor, televizyonlarda gösteriyor. Sonuç ne oluyor? Herhangi bir azalma söz konusu mu? İlk akla gelen çözüm şekli, cezaları artıralım oluyor. Ceza artırmak bir çare olamaz.
Şiddeti sadece kavga ve cinayet olarak görüyoruz. Oysa kavga ve cinayet bir sonuçtur. Bunun nedenlerini araştırmak, çözüm yolları bulmak gerekir. Bu konuda sosyologlar, psikologlar ve ekonomistlere önemli görevler düşüyor. Dünyada olduğu gibi, ülkemizde de nüfus artıyor, buna karşılık hayat şartları gittikçe daralıyor, pastadan alınan kişi başı paylar azalıyor. Bireylerde önemli bir gelecek kaygısı var. Özellikle gençler arasındaki işsizlik oranı her gün yükseliyor. Asgari ücretle geçinmek zorunda kalan insan sayısı çok fazla. Aş ve iş kaygısı her işin başında geliyor. Açları, çıplakları giydirmek, milleti bay yani zengin kılmak bizim devlet geleneğimizdir.
Yukarıda değinmeye çalıştık; şiddet sadece cinayetten ibaret değil. İş yerlerinde, liyakatsiz ve ruh sağlığı bozuk idarecilerin yarattığı mobbing yani yıldırma da önemli bir şiddet türüdür. İş kaybetme kaygısıyla bunların çoğu görmezden geliniyor veya medyaya yansımıyor.
Ayrım yapmadan söylüyorum, bunların yanında siyaset dili de çok sert ve ötekileştirici. Gerilim, ayrışma ve kutuplaşmadan beslenen bir siyaset anlayışımız var. Hiçbir konuda asgarî müşterek sağlayamıyoruz. Televizyonlarda bıkkınlık veren yavan, sığ tartışmalar bile iki taraflı kurgulanıyor. Toplum siyah ve beyaz olmak zorunda mı, bunun grisi, ortası yok mu?
Anadolu’dan Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Hacı Bayram Veli gibi büyük mütefekkirler, mutasavvıflar gelip geçti. Hepsi de Allah sevgisini, birliği, kardeşliği ve dostluğu öğütledi. Bizim de onların kullandığı dili,üslûbu devam ettirmemiz gerekmiyor mu? Barış, dostluk ve kardeşlik varken, neden birbirimize düşman oluyoruz? Önce insan olduğumuz gerçeğinden hareket etmemiz gerekiyor. İnsanı sevmedikten sonra şiddeti önlemek mümkün değil. Evvela dilimizi ve gönlümüzü ıslâh edelim, seversek seviliriz. Yunus Emrediyor ki, yaratılanı sevdik, Yaratandan ötürü.
MUSTAFA ESKİ