Çocukluk dönemlerimizin galiba etrafı tanıma ya da yeni bir şey keşfetme duygusu… Bu nedenledir ki, “Haydi, “Karaçomak” deresinde ‘tokmak balığı’ tutmaya gidelim” dendi mi,tiliz çuval ile koşuşturmak… Yahut “Cak Kargası” peşinde seğirtmek. Tutup satan, tutup besleyip eğiten olurdu. Bir de rast geldikçe kovalanan “hobu”lar…
Kastamonu halk dilinde “hobu” çoğu zaman erkek hindiler için kullanılsa da leylek için de “hobu” tanımlaması yapıldığı vakidir. Ancak asıl karşılık,küçük akbabada [Neophronpercnopterus] karşılık bulur. Mısır akbabası denilen bu türü günümüz Kastamonu’sunda görmek artık nadir bir olay. Ara, ara göç zamanlarında görülebiliyor.
Av sahaları açık araziler, step, savana, nehir kumulları, kısa otların yer aldığı sulak açık araziler olduğu için Karaçomakderesi kaynağına doğru mahalle olarak toplanıp gidilen halı-kilim yıkama zamanları peşlerine düşülürdü.
Çöplüklerin kontrol alınması, tarımsal alanlarda kullanılan zirai ilaçlar önce şehir yakınlarından uzaklaşmalarını, sonra da kaybolmalarına neden oldu. Şimdilerde soylarının tükenmekte olduğuna dair bilgiler de paylaşılıyor.
Kastamonu’yu ihya eden valilerin başında gelen Abdurrahman Paşa’nın Mektup kalemi Mümeyyizliğini yaptığı sırada Kastamonu hatıralarını anlatan EbûbekirHâzımTepeyran’ın anlattıkları Kastamonu habitatında yaşamış “hobu”yu yeniden hatırlamamı sağladı.
Tepeyran’ın hatıralarında yer alan o bölüm şöyle:
“NİĞDE TAHRİRAT KALEMİNDE BAŞLAYIP İSTANBUL’DA DARAĞACI ALTINDA BİTEN MEMURİYET HAYATI :49*
DEVLET KAPISINDA ELLİ YIL
Yazan: Eski Dahiliye Nazırı ve eski mebus Ebubekir Hâzım(Tepeyran)
AKBABALARA CİĞER ZİYAFETİ
Kastamonu’ya gittiğim senenin ilkbaharında, hükümet konağında yattığım odanın pencereleri altında birdenbire başlayan bir velvele ile uyandım.
Birkaç kişi: «Hopo’ya ciğer, hopo’ya ciğer!» diye bağırıyorlardı.
Hopo’nun ne demek olduğunu bilmediğimden bu bağrışmanın sebebini anlamak için hemen kalkıp pencereyi açtım.
Bağıranların, Vali Paşa’nın uşakları, aşçıları, arabacıları ile iki zaptiye neferi olduklarını ve geniş avludaki çimen parterler üstündeki pistlerde de kuşbaşı doğranmış ciğerler bulunduğunu gördüm. Bu adamlar hem sesleri çıktığı kadarbağırıyor hem de havaya bakıyorlardı. Ben de baktım, çok yüksekte iki akbaba görünüyordu. Bağıranlar: ‘İşte geliyorlar!’ dedikleri için bu ziyafetin kimlere verileceğini anladım! Bu iki akbaba, gittikçe inmek üzere muttasıl süzülerek kısa devirler yapıyor, sağdan soldan havada beliren akbabalar da çoğalıyordu. Bir çeyrek saat kadar sonra avludaki çimenler ile yollarda tavuk, kaz sürüleri gibi yüz elliden ziyade akbaba ciğer yiyor, hattabazen adamların yanlarına kadar geliyorlardı.
O sırada bizim odaya gelen daire müdüründen bu ziyafetin sebebini sordum:
— Hani, dedi, bazı mahallerde fukaraya sadaka vermek kabilinden mahalle ve çarşı köpeklerine ekmek dağıtılmaz mı? Burada da ayni maksatlaakbabalara ciğer yedirirler. Paşa Efendimizin bir tanecik kerimeleri bir hastalıktan iyi olduğu için şükran makamında bu ziyafeti emrettiler.
Kendileride, misafirlerini (!) harem dairesinin pencerelerinden seyrediyorlar.
Akbabalar tamamı ile doyduktan, çimenler üstünde gelen geçenlerden ürkmeden salına salma biraz gezindikten sonra ikişer, üçer uçup gittiler.
Bizde iyi, kötü âdetler ölmez oldukları için bu zararsız âdetin, Kastamonu’da, hâlâ devam ettiğinde şüphe yoktur.
O zamanlar, Kastamonu’da, bir ciğer otuz paradan ziyadeye satılmazdı. Bu itibarla, hâlen es ’arın her tarafta fevkalâde yükselmesinden dolayı Hopo’lara verilen ziyafetlerin azalmış olması muhtemeldir.
Akbabaların, ehlî ve pek munis hayvanlar gibi davete icabet etmeleri o zaman beni hayli düşündürmüştü. Akbabaların şu alışıklıklarına nazaran, bu âdetin çok eski olduğu anlaşılıyordu.
Gerek Abdurrahman Paşa ile, gerek arkadaşlarımla gittiğim kır ziyafetlerinde on beş, yirmi kuruşa alındıkları için mutlaka bir iki kuzu kesiliyor. Kastamonu’nun meşhur ve şöhretine lâyık tandır kebapları yapılıyordu. Ben bu ziyafetlere akbabaları da iştirak ettiriyordum.
Paşa bir yaz mevsimini, Kastamonu’ya iki saatlik bir yerde olan ve çamların arasında bulunan bir çiftlikte geçirdi. Her gün sabah, akşam onunla gittim, geldim.
Bir sabah çiftlikte bir dana kesilecekti. Dürbünü aldım, yüksek bir tepeye çıktım. Yalnız bir tarafı orman ve üç tarafı göz alabildiğine kadar uzayan düz ve pek seyrek ağaçlı olan bu sahayı dikkatle gözden geçirdim. Ne uzakta, ne yakında bir tane bile akbaba bulunmadığını av düdüğü ile Paşa’ya bildirdim. Hiç kimseye ‘Hopo’ya ciğer’ ilâmı yaptırılmaksızın dana kestirildi; yarım saat kadar tepede kaldım. Bir aralık ovanın ufkundan beyaz bir noktanın belirdiğini dürbünle gördüm. Bu noktalar gittikçe büyüyor, sağdan,soldan beliren akbabalarla çoğalıyordu. Nihayet, hopo’lar ormanın üstünde devirler yapmaya başladılar. Ben tepeden ininceye kadar dananın akciğeri ile bağırsakları üç akbaba tarafından çekiştirilmiş bile! On dakika sonra, miktarları elliye varan akbabalar, bu davetsiz ziyafete iştirak ediyorlardı…
Fikrimce, akbabaların samiaları (duyu kuvveti) pek kuvvetli olduğu için, uzaktan, et, ciğer kokusunu alıyorlar, denilemez. Çünkü, Kastamonu çarşısının her tarafında bir çokkasap dükkânı varken bunların önüne tek bir akbabanın gelip konduğu vaki değildir. Ayni zamanda, ormanlar içinde kesilen bir dana enkazının başına davetsiz toplanmaları da gösteriyor ki, bu hayvanlar samialarının sevki ile de hareket etmiyorlar.
Galiba, evvelleri (İlhamı hayvani) yani kimin tarafından yapıldığı meçhul ve hayvanlara mahsus bir ilham ve sonraları (şevki tabiî) kelimesiyle tercüme edilen Fransızcaİnstinet -ens ten bu hayvanlara: “Şu tarafa gidiniz, orada sizin için gıda vardır” diyor. Yahut bizzat kendileri açlıkla beraber yiyecek bir şey bulacakları cihete gitmek meylini hissediyorlar.
Zekâmızın ancak bir maymun aklı kadar inkişaf edebildiği devirlerde bu hissin bizi de sevk ve idare etmiş olduğuna şüphe yoktur. Zekâ ve idrakimiz gitgide artarak hayatımızı muhafaza etmek için şevki tabiî ilhamlarına, kılavuzluğuna ihtiyacımız kalmadığı asırlardan itibaren, kullanılmayan her şeyi iptal eden tabiat kanunu bu hissimizi köretmiş demektir.
Akbabalarla beraber bütün hayvanlar için bu mülhemiyet yalnız gıdaya mahsus olsa gerek.
Çünkü bu şevki tabiî tehlikeden sakınmak için de telkin ve ilhamda bulunsa, hayvanlar kaza ecelinden kurtulur, tabiî ömürlerini ikmal ederek inlerinde ölürlerdi. İnsanlar da mahza gıdalarını temin için başladıkları avcılığı eğlence haline koyarak kan dökmeye bu derece alışmazlardı.”
- ••
Anılar, eğer günlük tutulmamış ve yıllar sonra kaleme alınıyorsa bazı şeylerin unutulması kaçınılmaz oluyor. Sanırım Tepeyran “Hobu”yu, “Hobo” olarak hatırlamış.
(*) SON POSTA GAZETESİ 28 Temmuz 1938 – Sene: 9 Sayı: 2871 Sahife: 13
SON POSTA GAZETESİ 29 Temmuz 1938 – Sene :9 Sayı: 2872 Sahife: 9
——————-
EBUBEKİR HAZIM TEPEYRAN KİMDİR?
Ebubekir HazimTepeyran, 1864 yılında Niğde’nin halk arasında “Tepeviran” adı verilen Yenice Mahallesinde doğdu.
Ebubekir HazimTepeyran, Niğdeli Murat Paşa sülalesinden Bekir Bey’in oğlu Niğde Tahrirat Müdürü Haşan Bey’in oğludur.
İsparta, Antalya rüştiye mekteplerinde okuduktan sonra son sınıfı Niğde Rüştiyesinde tamamlamıştır. 1882 yılında Konya’da Konya Valisi Müşir Mehmed Said Paşa’nın yanında Maarif Meclis katipliği ve Vilayet Gazetesi muharrirliği ile memuriyete başlamıştır.
1886 yılına kadar bu görevine devam eden Tepeyran, Mehmed Said Paşa’dan sonra Vali olan Abdurrahman Paşa’nın Kastamonu’ya tayini üzerine onunla beraber Kastamonu Mektup Kalemi mümeyyizliğine ve Vilayet Gazetesi Muharrirliğine tayin oldu.
Bilahare kendisine Kastamonu İdadisinde Mecelle ve Mülkiye Kanunları Muallimliği görevide verildi.
Altı sene Kastamonu’da kaldıktan sonra 1891 yılında Abdurrahman Paşa’nın İzmir Valiliğine atanmasıyla Tepeyranda onunla birlikte yine aynı görevle İzmir’e tayin oldu.
Bilahare 1893’te Edirne Vali Muavinliğine 1896 yılında da Dedeağaç Mutasarrıflığına tayin edildi.
Bu görevinde 2 yıl 2 ay görev yaptıktan sonra Jön Türklerden olduğu ve padişah aleyhinde bulunduğuna dair Abdülhamit’e verilen jurnal üzerine bu görevinden azledildi.
FAHRİ ÖZBEK