İsmail Mahir Efendi, Araç ilçemizin Boyalı/Balcı köyünde 1869 yılında dünyaya geldi. Medrese öğrenimini Kastamonu’da yaptı, daha sonra İstanbul’a gitti. Selânik’te Dârü’lmullim(öğretmen okulu) ve Sanayi Mektebi’nde yöneticilik görevinde bulundu. İttihat Terakki Cemiyeti’ne dâhil oldu, teşkilat içinde önemli görev üstlendi. Eğitim konusundaki fikirleriyle öne çıkan bir kişidir. Köy Enstitülerinin fikir babalarından olduğu kabul edilir. Ayrıca Dârü’l-eytam yani Yetiştirme Yurtları’nın da kurucusudur. II. Meşrutiyet’ten sonra oluşan Osmanlı Meb’usân Meclisi’nde Kastamonu milletvekili olarak görev yaptı, 1916 yılında İstanbul’da öldü.
Kastamonu, İttihatçıların en yoğun örgütlendiği vilayetlerden biridir. İttihatçıların, 40’ar kişilik gruplar halinde teşkilatlandığı bilinmektedir. Burada üç kulübün faaliyette olduğu kaynaklarda geçiyor. Cemiyetin fikirlerini ve faaliyetlerini tanıtmak amacıyla haftalık Köroğlu gazetesi çıkarılmıştır. Gazete 1908-1918 yılları arasında 485 sayı yayımlanmıştır.
İsmail Mahir Efendi’nin iki kez Kastamonu’ya geldiği anlaşılıyor. İlk gelişi 1908’de Meşrutiyetin ilânından sonra, Osmanlı Meclis-i Meb’usan’ı seçimleriyle ilgilidir. Zaten kendisi de buradan milletvekili seçilmiştir. Bu gelişiyle ilgili Kastamonu Vilayet gazetesinin 2 Eylül 1908 tarih ve 1755 numaralı nüshasında önemli bir yazı yayımlamış, onun çalışmalarından övgüyle söz edilmiştir.Asıl konumuzla doğrudan ilgisi olmamakla birlikte onun kişiliğini tanıtması bakımından okunmasında yarar vardır:
“Selânik Mekteb-i Sanayii ve Dârülmuallimin müdür-i muktediri faziletli İsmail Mahir Efendi’nin cemiyet-i müşârünileyhadan suret-i mahsusada vilâyetimize izâm buyurulmakta olduğunu kemâl-i meserretle istibşar eyledik. Bu zâtın aslen Kastamonulu olması sebebiyle memnuniyetimiz derece-i kemâle vâsıl oldu. Cemiyet-i muhteremenin kendilerine hüsn-i itimâdı olduğu anlaşılmıştır ki, bu suret-i evsâf-ı bergüzîde ve kemâlât-ı zâtıyelerinin bir bürhan-ı sâtı’idir. Tahkik edildiğine göre fâzıl-ı mümâileyh sâîve gayret ve ciddiyet ve hüsn-i niyyet ashâbındandır. Fetâneti, fazileti, muhâkemesindeki asabiyeti, re’yindeki metâneti, vukûf ve ma’lûmât-ı kâmilesi ve ihâta-i vâsiası hem bizim, ülfeti olanların mucib-i hayreti olmaktadır. En müşkül umûru, en karışık bir mes’eleyi fikr-i sâibiye hal ve fusul eder, bir daha, mülk ü devlete ettiği hidemât lâtahsi olup müdürlüklerini îfâ ettiği mekteplerdeki terakki ve intizâm da iktidâr ve ehliyete bir delil-i ra’nâdır.
En ziyâde saffet-i fârıkası pâk bir kalbe, lekesiz bir mâziye mâlik olmasıdır. Toprağımızdan böyle bir ehl-i kemâlin yetiştiğinden dolayı ne kadar iftihâr etsek yeri vardır. Memleketimizin medâr-ı mübâhati olan bu ulvî hasletin memleketimize i’zâmı tesâdüfât-ı hüsnedendir. Bundan dolayı Cemiyet-i İttihâdiye şükrân-ı bîpâyân takdim eyleriz.Mumâileyh parlak bir surette istikbal edileceği gibi, hakkında da hürmet verü’yette bulunmak vecibe-i zimmetimizdir. Binâenaleyh bu nâdire-i faziletten memleketimizce istifâde edelim. Akvâl-i hekîmânelerini dinleyelim, dinleyelim de berhayât-ı mes’udâneye dâhil ve müntehâ-yı kemâle oldukça sür’atle vâsıl olalım.”
İsmail Mahir Efendi, ikinci kez 1910 yılında İnebolu yoluyla gelmiştir.Köroğlu gazetesinin 14 Teşrîn-i evvel 1326( 27.10. 1910) tarihli 97. nüshasında şunlar yazılmıştır:
“Meb’us-ı faziletşiâr ve hoca-yı mücâhit ve fedakâr İsmail Mahir Efendi Hazretleri geçen Cumartesi günü İnebolu tarikiyle Kastamonu’yu teşrif buyurdular. Meb’us-ı muhterem Cumartesi günü teşriflerine intizâr edenşehrimiz ahâlisinden yüzlerce halk, Şeker Köprüsü’nü ve bu cemm-i gafîrde şehrin medhali olan Kışla civarına giderek haklarında merâsim-i ihtirâmiye icrâsına hazırlanmış iken, hürriyetperver meb’usumuz nâgihânî Seydiler’den Devrekâni nâhiyesine tahvil-i hareket ve bu suretle halkımızın artık böyle külfetler ihtiyar etmemelerine remz ve işaret buyurmuşlardır. Evet, kendileri hürriyet-i fazilâneleri icâbınca böyle isterler fakat biz de meb’uslarımıza karşı beslediğimiz hürmeti izhâr etmek arzu ederiz. Onun için ertesi günü istikballerine memuren Şeker Köprüsü’ne tekrar birkaç zat gönderilmiş ve Kastamonu’ya muvâsalâtlarında doğru İttihat Terakki Cemiyeti idârehânesine ve akşamına da refik-i âlileri Şükrü Beyefendi hazretlerinin konaklarına misâfir edilmişlerdir.”
İsmail Mahir Efendi 3 Kasım 1910 günü Kastamonu’da bir konferans vermiştir. Konuşması Kastamonu ve Köroğlu gazetelerinde yayımlanmıştır.Gazetedeki yazılarda kendisiyle ilgili övücü sözler söylenmiş, gerekli açıklamalar yapılmış, daha sonra da konuşma metni okuyucuya sunulmuştur.
Konferans, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kulüp binasında verilmiş, konuşma beş saat kadar sürmüştür.Saptanabildiği kadarıyla konferans metni, Köroğlu ve Kastamonu gazetelerinde tefrika edilmiştir. Devam notu olmasına rağmenkonuşmanın son kısmının yayınlanmadığı görülmektedir.Her iki gazetedeki yazılar birleştirilerek meydana getirilenmetni bilgilerinize sunuyorum. Konuşmayı eski yazıdan yeni yazıya çevirirken transkripsiyon kurallarına riâyet ettim.Konuşmanın dili biraz ağırdır. Doğaldır ki, II. Abdülhamid dönemini çeşitli yönlerden eleştirmiştir. Beş saatlik konuşmanın metni bu kadar mı olur, diyenleriniz çıkabilir.
“Muhterem ahâli;
Her şey zıddıyla anlaşılabileceğinden, size iki senelik Meşrûtiyet idâremizin bize bahşettiği bugünkü terakkiyâtımızın derecesini lâyıkıyla gösterebilmek için, evvel emirde devr-i istibdâdın yazmak, okumak tâ’dâd etmekle bitip tükenmek bilmeyen vekayi-i elîmesinden birkaçını, mukaddemâ makamında söylemek isterim.
İhtimal içinizde bilenler ve işitmiş olanlar da vardır ki, otuz üç sene mukaddem, Osmanlı donanması ikinci derecede bir donanma olarak tanınmış idi. Lâkin bu müddet zarfında donanmamız hâinâne bir surette çürütülüp mahvedildi. Geçen 313 Yunan muharebesinde, Çanakkale Boğazı’ndan Adalar Denizi’ne bir gemi bile çıkarılamadı! Eğer iki zırhlımız bulunup da Adalar Denizi’nde gezmiş olsaydı, Yunan hükûmeti tarafından Girit adasına asker ve eşkıya çıkarılamayacaktı.Hatta Yunan hükûmeti bizimle muharebe etmeğe cüretyâb olamayacak ve bu yüzden binlerce evlâd-ı vatanın beyhude yere kanı dökülmeyecek, Girit’teki vatandaşlarımızın hâli de bugün işitmekle dilhûn olduğumuz dereceleri bulmayacaktı. Otuz üç sene zarfında Romanya, Bulgaristan, Rumeli-i şarkî, Sırbistan, Karadağ, Teselya, Kafkasya gibi koca Osmanlı ülkesinin aksâm-ı mühimmesi birer birer parçalanıp elden gitmeyecekti.
Her bir karış toprağı ecdâdımızın hûn-ı şehâdetiyle yoğrulan ve memleketimizin yarıdan ziyâdesini teşkil eden bu koca memleketle beraber, milyonlarca din kardeşlerimiz, vatandaşlarımız, anamızdan ayrılan kuzu sürüleri gibi sizden ayrıldılar,birçokları muharebe meydanlarında düşman ellerinde kesildiler.
Otuz üç sene zarfında milletin yollarına, şimendiferlerine,medâris ve mekteplerine, limanlarına, arâzisinin irvâ ve iskânına, ticaret ve ziraâtinin tevsi’ine, tevzi-i adâlet edecek mehâkimine, vatan-ı Osmâni’nin her tarafını muhit olan denizlerdeki satvet-i bahriyesini takviye ile vatanı muhafazaya muktezi zırhlılarına, orduların tanzimi için iktizâ eden top, tüfek, cephane, zırhlıotomobil, projektör, telefon, silo, fırın ve hastahâne ve eczâne gibi levâzım-ı harbiye ve sıhhiyesine, ticaret-i bahriyesinin tevsii ile denizlerdeki münakalâtı temin zımnında nakliye vapurlarına, mal ve can ve nâmus-ı milleti muhafazaya memur zâbitânına, hulâsa bütün memleketin terakkiyât-ı maddiye ve mâneviyesine sarf olunması icâb eden ve ahâlinin kedd-i yemin veırk-ı cebiniyle kazanıp verdiği vâridat-ı hükûmeti, Yıldız isrâfâtına ve Fehim, İzzet, Rıza ve bunların avene-i hûnesimisüllü müstebitler hesabına olarak,Avrupabankalarına ve bir sürü din ve vatan hâinlerinin apartmanlarına, hanlarına, kâşânelerine isrâfât-ı hasîselerine sarf ve heder ettiler.
Hâinler her sene 26 milyon liraya bâliğ olan vâridât-ı hükûmeti hâinâne bir surette mahv ve ifnâ’ etmekle kanaat etmeyip bu müddet zarfında milletin başlıca vâridâtından olan rüsûm-ı sitteyi karşılık göstererek, altmış milyon lira istikrâzıyla iş bu meblâğ-ı azîmeyi de cinayetkârâne bir surette ceplerine doldurdular. Bu hıyânetle de iktifâ etmeyerek Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevvereninayn-ı zübeyde suyuna sarf olunmak ve Yunan muharebesinde şehit olan vatan kahramanlarının yetim kalan yavrularıyla, dul kalan kadınlarına ve Hicaz şimendiferinin inşââtına verilmek bahânesiyle iâne nâmıyla topladıkları meblâğ-ı azîmeyi ve hatta kurban derilerini Yıldız’ın elektrik fabrikalarına, Fehim ve Selim melhame gibi erâzil eşhas konaklarının tenvir ve tezyinine, inşâ ve tâmirine harç ettiler.
Bunlardan başka da mukadderât-ı milletin ellerine tevdi olunan memurîn ile vatanın muhâfazası için hudut boylarında, düşman karşılarında aç, çıplak dolaşan ve harb-i dâimi içerisinde bulunan askerlerimizin maaşlarını ve depozito olarak müteahhitlerin mal sandıklarına yatırdıkları paralarını, zürrâın tevsi’ ve ıslâh-ı zirâat maksadıylaZiraat Bankalarına tevdi’ etmiş oldukları menâfi hissesinden dört buçuk milyon lira kadar bir meblâğ-ı cesîmi, gasb ü garet ederek yirmi milyon lirayı mütecâviz düyûn-ı gayr-ı muntazama ile devr-i esbaktan müdevver altmış milyon lira ki, cem’an yüz kırk milyon liralık bir bâr-ı azîmi de Meşrûtiyet idaremize devir ve tahmil ettiler. Hükûmet şimdi senede yirmi altı milyon liraya iblâğ ettiği vâridât-ı devletin sekiz buçuk milyon lirasını Düyûn-ı Umûmiye nâmı altındaki bu yüz yirmi milyon liranın fâizine vermektedir.Kvg.14.ts.1910- 1866.
Mazlum millet.
Medâr-ı ibret ve gayret, mucib-i intibâh ve yekazet olmak için zâlim, müstebit hükûmetin mezâliminden bir nebze daha arz edeceğim.
Her ne kadar şimdiye kadar vatanınız, mülkünüz, canınız hakkında revâgörülen müsâvi-i vahşiyâneden hayli şeyler duydunuz, künhüne vâsıl oldunuz. Hakkulyakın anladınız ise de eşya,ızdâd ile münkeşif olacağından devr-i sâbık-ı menhustaki tedenniyâta mukabil, devr-i hâzır-ı Meşrutiyette sür’at-i berkıyye ile her an husûle gelen terakki ve teâliyi kolayca ve kanaatbahş ve vicdan ve imân olacak tarzda mukayese edebilmek, kemâl-i sürûr ve neşât ile teşebbüs-i şahsîde bulunarak, hükûmete muâvenet ve müzâharet-i lâzime ifâ eyleyebilmek için-rica ederim- o devr-i meş’ûmun seyyiât-i ahvâlini daima derpiş ediniz. Derpiş ediniz de ma’kûsen mütenâsip olan fark-ı azîmiyi kolay anlayınız!
İşte bu hikmete mebnî dâiniz de o ahvâl-i elîmeden bahsetmek mecburiyetinde bulunuyorum.
Ma’hud hükûmet kendi hıyânet ve denâetlerine vâkıf olmasınlar diye, milleti câhil bırakmak için, mektepler açmadıktan başka, eskiden kalan mekâtibin de her sene kitaplarını, programlarını tebdil ede ede evlâd-ı vatanı külliyen istifâdeden mahrum bıraktığı gibi, vatanın mahvolmakta bulunduğunu hisseden erbâb-ı maârif ve hamiyeti, mev’izesinin hakan-ı mahluun duasına hasr etmeyerek nâsafaydalı söz söylemeye cesaret eden vâizleri, terk-i meslek ettirmek için, talebe-i ulûmu câniler gibi vapurlarla bilâd-ı bâideye nefy ve tagrib ve türlü türlü işkencelerle haps ve ta’zip etmeye, denizler dibine indirerek akraba ve müteallikatını, evlâd ü ayâlini boynu bükük dul ve yetim bırakmaya kanaat edemeyerekİslâmiyetin idâme-i şeref ve bekasına, maârif-i diniyenin neşv ü nemâsına hâdim-i yegâne olan, asırlardan beri yüzbinlerle ulemâ ve fuzelâ yetiştirenmedâris-iilmiyeyi envâ-ı desâisle münderis bir hâle getirmeye, ulûm-ı diniyye kitaplarından bir takım bahisleri, hadisleri kaldırmaya, mehâkim-i şer’iyede birçok deâvînin rü’yetini men’e kadar cesaret etti.
Memleketin askerlik ve ticaret noktasından ruhu mesâbesinde olan yollar, şimendiferler, limanlar yapılmadığı gibi, evvelce başlanmış olanları da hâli üzere bırakılarak mahvedildi.
Milleti fakir düşürmek,soyup soğana çevirmek için bilintizam mürtekip ve nâehil adamlara memuriyetler, rütbeler satılarak ahâlinin başına belâ-yı âsumâni gibi musallat edildi.
Hatta bir ecnebi, Osmanlı gazetelerinde bir gün rütbe ve nişan tevcihi olmadık bir nüsha bulunamaz. Birçok para vaat ettiği halde hiç kimse böyle faydalı mukaveleye girişemedi.
Bunca hıyânetler az geliyormuş gibi, bir taraftan da millet-i Osmâniye arasına nifak ve şikak tohumu saçmak, yekdiğerini teslit etmek, hükûmetin mezâlimini anlamaktan âciz bırakmak için bir takım hezleye rütb-i menâsıb itâ kılınmakla beraber, vâridat-ı hazinenin bir kısm-ı mühimi de o hafiyelere, jurnalcilere tahsis edildi.
Son zamanlarda kocası karısını, karısı kocasını; oğlu, kızı anasını, babasını; anası, babası oğlunu fâide-i hasîsesi için jurnal eder oldu. Birçok erâzil tarafından birçok bigünahların ocağına incir ağacı dikilmek, hânümânı mahv ve nâbedîd edilmek âdet hükmüne girdi.
Bu cinâyetlerin, bu hıyânetlerin en büyüğünü irtikap eden alçaklar, ahmaklar en birinci sâdık oldular.
Vatanı külliyen sahipsiz bırakarak,mezâlim ve melânetlerini istedikleri gibi, bilâpervâ alenen icrâ edebilmek için milletin hâmileri, babaları olan ricâl-i devleti, zindanlarda çürütmek, suret-i vahşiyane boğmak, deniz diplerine atmak, bilâd-ı bâidiye sürmek suretleriyle ortadan kaldırdıkları gibi, bunlara hayrulhulf olabilecek olan vatanda türlü türlü hiyl ü desâisle nimet-i ilim ve maârifetten mahrum bırakıldı.
Hulâsa millette mukaddes vatanın dûçâr olduğu felâketleri düşünecek sâlim bir fikir bırakılmamış ve milletin beyni külliyen sulanmış, ahlâk-ı umûmiye bozulmuş olduğundan Avrupa milel-i muhtelisibütün millet-i Osmâniyenin izmihlâli, kurre-i karibeye geldiğini katiyyen anlayarak memâlik-i Osmâniyeyi taksime karar verdiği ve her biri payını almaya teşebbüs etmek zamanı geldiği sırada bile, şurda burda, birtakım fedakâr-ı millet, erbâb-ı basiret, muttali olduğu işbu melânetleri milletin yüzde doksan dokuzuna anlatmak, inandırmak kabil olamadığı gibi, istişâre ile teşfi-i sudûr edecek refik, şefik de bulamaz oldu.
Karadeniz boğazından geçemesin, İstanbul’daki isrâfâtı görmesin, hıyânetlere vâkıf olmasın diye Diyarbekir, Erzurum, Bitlis, Trabzon, Ma’muretülaziz gibi memâlik-i Osmâniye’nin en uzak yerlerinden ve hatta Ereğli, İnebolu, Bartın, Şile gibi Dersaâdet’e en yakın iskelelerinden askerler koyun sürüleri gibi yalın ayak, çırıl çıplak yaya olarak senelerce karadan İzmir’e, Akabe körfezine kadar sevk ediliyordu.
Bu uzun yolların mezâhim ve meşakkına, taab-âver-i mukavemetolamayan vatan yavrularımızın birçoğu, daha mahall-i maksuda vâsıl olmadan yollarda telef edildiği gibi, Rumeli’ye, Yemen’e sevk edilen muhterem askerlerimiz aç, çıplak ve hastaları ilâçsız bırakılarak, bu süreyle de kısm-ı azâmının telef olmasına sebebiyet verildiği gibi, keyfî olarak beş, altı sene sonra memleketlerine iâde edilenlerin de kendi hallerini düşünebilecek derecede takatleri bırakılmamakta, hisleri, kuvve-i mefkûreleri iptal edilmekte idi.(Köroğlu 99)
Mazlum millet! Millet arasına saçılan tohum-ı fesat neticesi anâsır-ı muhtelifeden müteşekkil Ermeniler, senelerce çarpıştılar, boğuştular, kardeş kanı döktüler. Müstebit hâinler bu gibi feciâlarını husûle getirdikçe pürzevk ve şevk oluyorlardı.
Şeriât-ı garrâ ve kanunun ahkâmı önüne mezâhim-i istibdat perdeleri çektiler, hakk ü adl ortadan kalktı, bunların yerine haydut çetelerinden eşeni’ olan müstebidinin zulm-i ittisâfı hükümfermâ oldu.
Millet buhrân-ı azîm içinde, şanlı vatan yaralı aslan gibi yerlerde çırpınmakta idi.
Otuz altı milyon evlâdı bulunan vatanın tahlîsine kimse cesaret edemiyordu. Birkaç müstebidin elinde muzmahil olmakta bulunan karabahtlı medâr-ı vatanı kurtarmaya zâhir, gayret eden bir kimseyi göremediklerinden yâr, ağyar, dost, düşman hayretler içinde idi. Kâinat bize lânet okuyordu. Bizi insandan addetmiyorlardı. Bütün nev-i beşerin maskarası olmuş idik. Bize iyi olmasından kat’-i ümit edilmiş hasta bir adam nazarıyla bakıyorlardı.
Tasvir olunan ahvâl-i elîmeden dolayı bittabi vatan-ı mukaddesin her şubesine, her umuruna zaaf-ı târi olmuş idi.
Böyle sahipsiz kalan, zayıf düşen düveller, etrâf ve eknafta bulunan komşu hükümetlerin hırs ve taâmını uyandırarak onu parçalamak, taksim etmek sevdasına düşmeleri umur-ı tabiiyyeden olduğu vesâik-i târihiye ile müsbettir.
İşte bu sebeple Yunan, Sırp hükümetleri Rumeli’yi zapt etmek için milyonlarca liralar sarf ederek çeteler çıkardılar. Sekiz, on sene mütemâdiyen Rumeli’yi al kanlara boyadılar. Nihâyet Düvel-i muazzama müdâhale edip her biri kendisine münâsip yerleri işgal eylediler. Zâbıtayı, mâliyeyi, mülkiyeyi ellerine geçirdiler. Biraz askerden başka elimizde bir şey kalmadı.
Bunca hakaretlere, hıyânetlere karşı evlâd-ı vatandan ses çıkaran kimse olmadığını anlayınca krallar, imparatorlar Reval mülâkatını yapıp Rumeli’nin tamâmen teslimine karar verdiler.
Halbuki bundan üç sene mukaddem bu vahâmet ve felâketi yakından derk eden birtakım erbâb-ı hamiyet yekdiğeriyle anlaşıp hemen el ele vererek İttihat ve Terakki Cemiyeti nâm-ı mübecceli altında toplanmışlardır.
Maâzallâh vatanımız bir defa elden giderse, artık hicret edecek yerimiz kalmadığından, düşman ayakları altında kıyâmete kadar mukaddes millet esir olarak nâmussasınca yaşayacak, kâinat bize lânet okuyacak, böyle nâmussuz yaşamaktansa nâmuslu olarak aslan gibi ölmek bin kat hayırlıdır. Avn-i hakla millet-i muazzama ikaz edilerek yek-dil ve yek cihat olarak çalışarak muhâfaza-i vatan muvaffak olacaktır. Şâyet muvaffak olamaz ise vatanı kurtarmak için evlâd-ı vatan içinde terk-i hayat eden erbâb-ı hamiyet mevcut olduğu ispat edilmiş olarak ve millet indallâh ve indelâsan mes’uliyet-i dinîye ve uhrevîyeden kurtulmuş olacaktır, diye kanâat-i kâmile hâsıl ettikleri ve daha ziyade beklemeye vekanın vehâmeti müsâade etmediği cihetle Cenâbıhakk’ın avn-i inâyeti, resul-i kibriyâ aleyhi ekmelü’t-tehâyânın ruhâniyet ve imdâd-ı mânevilerine sığınarak hemen boyunlarını koltukları altına alarak hukuk-ı millet olan meşrutiyet-i meşruâyı müstebitlerden istirdada karar erdiler.
Çünkü biliyorlardı ki Meşrûtiyetin ilânıyla vatan kurtulacaktı. Din, vatan hâini olan hafiyeleri hâk-i helâke sermeye başladılar. Akibetlerinin neye müncer olacağını anlayan ervâh-ı habise erbâb-ı himmeti mahv ü ifnâ için Anadolu’dan Rumeli’ye yüz bin kişilik bir kuvve-i askeriyenin sevkine karar verdiler.
Sevk olunan cünûd, zafernümûd (melâike-i müsevvemin) gibi mintarafillâhmâvenet-i mahsûsa için gönderilmiş imiş, dindaşlarına, vatandaşlarına karşı silah istimal edeceklerini, aziz, mukaddes vatanlarını adûya teslime sebep olacaklarını anlar anlamaz hemen muhterem kardeşlerine iltihak ile kanlarını tezyid ettiler.
Hulâsa bütün ordu ve millet yek vücut ve yekzeban olarak müstebitlere karşı (ya ölüm, ya meşrutiyet-i meşruamız) diye kıyam-ı umumî yaptılar.” Elhâin-i haif” Cenâbıhak hâinlerin kalbine son derece havf ve haşyet ilka buyurdu. Onlar da milletle beraber milletin hukuk-i meşruâsını ilana mecbur kaldılar. 10 Temmuz yevm-i mübeccelinde meşrutiyet istirdat olundu. Millet, vatan zencir-i esaretten halâs oldu. Maşruk-ı hürriyetten şems-i meşrutiyet tulû etti. Şeriat-ı garra-i ahmediye ve kanun hükmü icrâya başladı.
Tâ ki Meşrûtiyetin timsâl-i müşahhası olan meb’usânı içtimâ’ ettiler. Vatanın selâmet ve saâdeti için milletin vermekte olduğu paraların hesâbâtı nakir, katmir tetkika birer birer tahkike başladı. Otuz üç senelik bir asır milletin hayatıyla oynayan müstebitler ebvâb-ı hükûmetten tard edildi.
Milletin, vatanın selâmeti için kuvvet-i yevmiyesinden, dişinden, tırnağından artırarak verdiği paralardan toplanan binlerle, yüzlerle liraları türlü türlü namlarla yağma eden tâgîlerin tahsisatları kesildi. Nice nice hânümanları söndürmek neticesi olarak almış oldukları rütbeler nasıblar üzerlerinden ref’ ve nez’ edildi. Her biri adâletin pençesine teslim edilerek taht-ı muhâkemeye alınmak için teşebbüsler edildi.
*Heykel-i istibdat! başta olduğu halde, İstanbul’da ve taşralarda ahâlinin kanını emen, vesâit-i gayr-ı meşrûâ ile servet ü sâmân sâhibi olmuş bulunan zulme kırıntıları, mütegallibe düğünleri maalesef müterakkip fırsat ettiler.
Bu hâinleri toplamış oldukları paraları menfaat-i cüz’iyey-i şahsiyesine menâfi-i umûmîyeyi fedâya alışmış olan din ve imânını, ırz ve nâmusunu, vatanını birkaç kuruşa satacak kadar def’u-t-tab’ bulunan birtakım erâzil ve esâfile dağıttılar.
Neüzübillah din-i mübîni vâsıtâ-i melânet ittihaz ettiler. Şeriât-ı din, iman ne demek olduğunu bilmeyen birtakım süfeha, şeriat-ı garra nâmı altına gizlendiler. Müteşerri’, mütedeyyin göründüler. Bir kısmı da zeyy-i ulemâyabüründüler de safdelân-ı ahâliyi iğfâle kalkıştılar.
Ruh-ı millet olan ulemâ ve zâbitân-ı vatanperver, münevverü’l-efkârşebanı mahv ve ifnâya çalıştılar. Otuzbir Mart vak’a-yı feciâsını meydana getirdiler.
Bu sırada yine düvel-i ecnebiye müdahale ile vatanı taksim için donanmalarını Boğazlara, askerlerini hudutlara sevk etmeye başladı.
Maâhazâ vatan-ı mukaddesin gitmesine ramak kalmış iken, memâlik-i Osmâniye’nin her tarafından feryatnâmeler, harekât haberleri Dersaâdet’te müstebitlerin başına yıldırım gibi iniyordu. Milleti aldatamadıklarını,kafalarının ezileceğini anlayan erbâb-ı mefsedet birer köşeye çekildi.Hemen üçüncü, ikinci ordu-yu Osmâni’den miktâr-ı kâfi kuvve-i te’dibiye ve tenkiliye gönüllüleriyle beraber, Dersaâdet üzerine berk-ı hatf gibi yetişti.
Başta koca müstebit olduğu halde, ekser müstebitlerin cezâ-yı sezâsı verildi. Meşrutiyet-i meşruâmız bir daha kabil-i tezelzül olmayacak, sarsılmayacak bir surette tahkim edildi. Avn-i hakla bundan sonra millet hürriyet-i tâme ile yaşamaktadır ve ilâmaşallah kemâl-i refah vesaadetle yaşayacaktır. Şu arz ettiğim müsâvi devr-i medid, mezâlim-i bedidde ihtiyar edilen habâset ve denâatin yüz binde birinin cüz’ü lâyetahzâsı bile değildir.
Evvelce de rica ettiğim veçhile, ümmet-i merhume, bu mezâlimi daima derpiş ederek artık mütenebbih olmalı, hukuk-ı mukaddesesini muhâfazaya son derece devam ve i’tinâ etmeli. Bu yadigârların ve avenelerinin henüz fırsat buldukça aramızda ika’-yı fesâda çalışmakta olduklarını hiç unutmamalıdır.
Kaynakça: Köroğlu gazetesi, 25 Teşrîn-i evvel 1326, sayı:99; Köroğlu gazetesi, 4 Teşrîn-i sâni 1326, sayı: 100; Köroğlu gazetesi, 11 Teşrîn-i sâni 1326, sayı: 101;Köroğlu gazetesi, 18 Teşrîn-i sâni 1326, sayı:102.
MUSTAFA ESKİ