Işığın apansız düştüğü zamanlar ve bu zamanları yaşayan toprakların kentidir Kastamonu. Işık ilk önce suya düşer, sulardaki yaban ördeklerine ve onların aceleci ve telaşlı kanat çırpınışlarına. Onların ahenkli hareketlerine eş suya yayılan incecik dalgaların arasına. Kahvaltı peşindeki balıkçılların suya yansıyan görüntülerine düşer sonra. Ardından sudan kalkar ve derin ormanların kuytularına düşer ışık. Koca koca çamlardan, gürgenlerden, sık ladinlerden kendine kendince bir yol bulup, ormana göre bodur kalmış bir ağaççığın dallarına düşer sonra. Hem de devasa orman karanlığına inat ışığın ben can veririm aydınlık ve renklere dercesine, düşer…
Işığın yolculuğunda sırada insan vardır. Köyler, evler ve insanların sabahlarına düşer. Rengarenk bir doğanın uyanışında günaydın olur. Mahallesinden ayrı, tek başına sanki bir yalnızlıkmış gibi duran evleri aydınlatır, kucaklar, kuşatır… Hele ki Kastamonu gibi çok parçalı yerleşimlere sahip bir coğrafyada, “o dağın içinde bu evin ne işi var” dedirtecek kadar doğanın içine saklanmış yaşamları bile kuşatan ışık, her şeye yeniden can verir.
***
Memleketin doğal güzelliği, bakirliği, canlılığı ve hatta bu doğaya kolay ulaşabilirliği açısından oldukça şanslıyız. Mevsimlerin her birini yaşayabilen, soğuğundan sıcağına, beyazından kırmızısına, denizinden dağ doruklarına kadar isteyen herkesin kana kana doyabileceği bir coğrafya burası.
Hele ki mevsim sonbaharı yaşarken alıcı dalından yemek, mantarların binbir türlüsünü görebilmek ve hatta kanlıca mantarlarını bulduğun yerde şöyle tuzlayıp közde yapmak, doğadaki her rengi bir arada görebilmek gibi de bir ayrıcalığı var buranın. Her yöresindeki her biradım elbette muhteşem ama ne yalan söyleyeyim sonbaharda Küre Dağları’na bakışım biraz daha torpilli sanırım.
Çünkü Küre Dağları’nın, bu kuşak içerisindeki milli parkın doğası, bana doğanın çingenesi dediğim sonbaharın ruhunu daha çok yansıtıyor. Çünkü ruhu şımarmış, esrikleşmiş ve aşkın bir halini almış doğa, olabildiğince bunları renklerine yansıtıyor. Bir aşkın ruh, sadece birkaç vakte yok olacağını (kış kapıyı araladı…) bilerek zamana ve mekâna bağlı kalmadan dans eden bir çingeneden başka bir şeyi hatırlatmıyor.
Azdavay’ın eski köy düğünlerindeki gelinlere benziyor bir taraftan da doğa. Göğün sonsuz maviliğinde baştan aşağıya kırmızıya bürünen ağaçlar, kıpkırmızı duvaklarla bir atın sırtında uğurlanan gelinler gibi mağrur ve biraz da hüzünbaz yolcu ediliyorlar şimdi sonbahardan. Ruhu aşkın bir bilinçte ama dingin bir sessizlikte yorgun bir yaza veda gibi.
Daday’ın Ballıdağı’ndaki o asaletli ormanlardan geçip Azdavay’ın sahip olduğu eşsiz güzellik Çatak Kanyonu’nu seyretmek zamanı şimdi. Güneşin usul usul gölgeler düşürdüğü kanyonun derinliklerinde karanlıklar ne kadar sertse, bir o kadar da çamların uçlarına değen aynı ışık keskin bir aydınlığı da aynı anda sunuyor burada.
(…..)
Şelaleye (Ilıca) vardığımızda sudaki huzuru arayanların tek biz olmadığı gördük. İstanbul’dan sadece yörenin sonbaharını fotoğraflamak için gelen bir grup bu güzelliği fotoğraf kareleriyle ölümsüzleştirip belki de oradaki huzuru yanlarında taşımaya da çalışıyorlardı. Ayrılık vakti geldiğinde ise kışın neredeyse kimsenin yaşamadığı bu Ilıca Köyü’ndeki bir evin bostanındaki üzerine yöresel kıyafet geçirmiş korkuluk, merak etmeyin insan olmasa da ben beklerim burayı diyordu gelip geçen herkese.
(*) Ekim 2016’da yayımlanmış yazımla sonbahar hatırlatması
MURAT KARASALİHOĞLU