Bugün Hüsnü Açıksöz’le beraberiz. Bundan 101 yıl önce, 24 Ağustos1919 günüAçıksöz gazetesinde yazdığı “Mandadan evvel istiklâl” başlıklı yazıyı okuyacaksınız.
Hüsnü Bey, 148 yıllık mâziye sahip Kastamonu basınında en saygın yere sahip bir gazetecidir. Liseden mezun olduğu yıl, MillîMücâdele’ye destek olmak için gazete çıkarmaya karar vermiş. Açıksöz’ün ilk sayısı, 15 Haziran 1919 günü halkla buluşmuş.
Gazete idarehanesi, Kastamonu aydınlarının toplandığı bir merkez haline gelmiş. Diğer yanda, Kastamonu’dan gelip geçen siyaset ve fikir adamları da buraya uğramış, sohbetlere katılmış.
Kastamonu Lisesi’nin öğretmenleri ve şehrin aydınları yazılarıyla gazeteye güç vermişler.Bunlar arasında İsmail Habib Sevük, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Ahmet Talat Onay, Tahir Karauğuz, AbdulehadNuri gibi isimleri sayabiliriz. Lisenin öğrencileri Orhan Şaik Gökyay, Arif Nihat Asya, Bahri Vedat, sonraki yıllarda Rıfat Ilgaz şiirleriyle gazeteyi renklendirmişler.
Hüsnü Açıksöz, ülkemizin içinde bulunduğu durumdan çok etkilenmiştir. İstanbul’da bazı kişiler, ABD veya İngiliz mandasını düşlerken, o, bağımsızlıktan yana tavır koymuş ve mandacılara şiddetle karşı çıkmıştır.
1925 Ağustos başlarında, Atatürk’ü Kastamonu’ya davete giden heyette de yer almıştır Hüsnü Açıksöz.23-30 Ağustos tarihleri arasındaki geziyi yakından izlemiş, gördüklerini gazeteye yazmıştır. Ayrıca Anadolu Ajansı adınageziyi izlemiştir.
1931’de, vali Murat Germen ile ihtilâfa düşünce Açıksöz’ü kapatmış.Avni Doğan’ın valiliği zamanında, 19 Mayıs 1937 günü bu kez Doğru Söz adıyla yeni bir gazete çıkarmış. Memlekete daha fazla hizmet etmek arzusunda olduğu için politikaya atılmış, 1939 yılında milletvekili seçilmiş. Yasama çalışmaları devam ederken İstanbul’da hastalanmış ve 27 Ağustos 1939 günü vefat etmiştir.Mezarı Feriköy’dedir.(Ada nu: 12, mezar nu:745).
Bu kısa bilgiden sonra, “Mandadan evvel istiklâl” başlığı ile yazdığı yazıyı okuyalım:
“Amerika tahkik hey’etinin İstanbul’daki Türk ve anâsır-ı muhtelife mümessilleriyle temâsa geldiği günden beri, bütün matbuat bu meseleyi münakaşa ediyor. Her gazete kendi içtihadına mürevviç efkârı olduğu hizbin kanaât-i siyâsiyesine göre beyân-ı mütâlaa ediyor. Tahkik heyetinin “Bir manda kabul etmek icâp ettiği takdirde, hangi hükûmetin mandasını tercih edersiniz?” suâline, gazetelerimiz,suâlin birinci şıkkını zımnen kabul olunmuş gibi gösteriyorlar. İkinci şıkkını münakaşaya başlıyorlar. Bir manda kabul etmek icâp ederse demek, her halde bir manda kabul etmek mecburiyetindesiniz demek değildir. Hemen umumiyetle gazeteler diyorlar ki, bize bir mürşit lâzım; bu ummân-ı terakkide bize bir rehber olmaz, gideceğimiz yolu önümüze düşüp bize göstermezse kabil değil yolumuzda mütereddid yürürüz, avececli yollar takip ederiz, menzil-i maksuda, gaye-i hayale, sahil-i temeddüne varsak bile pek geç ulaşırız. Bu mütâlaâtın vaktinden evvel dermeyan edildiğinden, sualden evvel cevap verildiğinden nâşi biraz azap hissetmemiz icap eder. Henüz sulh konferansından böyle bir talep vâki olmadı. Bittabi böyle bir şey bizden istenilince düşünülür, konuşulur, münakaşa olunur. Esas itibariyle manda kabul olunur, ondan sonra da hangi hükûmeti tercih etmemiz icap ettiği bahsine geçilir. Onlar bize böyle bir şey icap ederse kimi tercih edersiniz diyorlar. Biz evet efendim diyoruz, icap eder ve şu devlet bize zâhir olsun veyahut bu devlet deyip bâb-ı münakaşayı küşâd ediyoruz.
Fikirler iki hükûmetin mandasını kabul etmek etrafında temerküz ediyor: Amerikan mandası, İngiliz mandası. Ekser gazeteler, dünyada en zengin, en hür ve en ziyâde beşeriyete hâdim bir millet olan Amerikan mandasının kabulü, istiklâlimiz, refah ve saâdetimiz, terakki yolunda sür’at-i seyrimiz nokta-i nazarından müreccah olduğunu ileri sürüyorlar. Bazı gazetelerde Amerika ile pek ünsiyetimiz olmadığını, bir ticaret şirketini andıran Amerikan hükûmetinin pek maddî ve pek amelî olması hasebiyle İslâm bir hükûmet olan Devlet-i Osmâniye’ye, hakiki bir devre-i ikbal küşâdına muvaffak olamayacağını, halbuki İngiltere ile asırlarca dostluğumuz olduğunu ve İngiliz dostluğunun, İngiliz muhabbetinin en ücrâ köylerimizde bile gönüllerde estiğini, İngiliz adaletine Türk’ün daima meftun olduğunu ileri sürüyor. Bu mütâlaâtla efkâr-ı umûmiyenintezâhür ettiğini zannedenler yanılıyorlar. Türk’ün kalbinde her muhabbetten üstün ve her medeniyetten ve her terakkiden daha câzibeli bir kelime var: İstiklâl!
Evet, en ücrâ köye gidilsin ve en câhil bir köylü ile konuşulsun. Onun ruhunda bir istiklâl ateşinin yandığı, onun gözlerinde bir istiklâl şûlesinin parladığı görülür. Biz terakki edemedik, yirminci asra lâyık bir mevcudiyet-i medeniye ibrâz edemedik ise bunda sâde bizim değil Avrupalıların da bir hisse-i mes’uliyesi vardır. Rekabet-i siyâsiye, mıntıka-i nüfûz, rekabet-i iktisâdiye tecrübeleri hep bizim üzerimizde icrâ olunmuştur. Biz insânîmuâvenetleriniibzâl edecek bin türlü sevâik tahtında, dışarısında dolaşıp içerisine bir türlü giremediğimiz medeniyet şehrinde bizi gezdirecek, bize rehberlik edecek ve bu rehberlikte bir menfaât-i maddiyesi olmadığı halde sırf insanî bir vazife ifâ etmekle müftehir olacak bir müzâhir tasavvur edemiyoruz.Yoksa istiklâlimize yan gözle bakan bir müzâhiri, velev bizi hazinelere gark etse ve şu bir, iki asırlık uzun terakki yolunu bize beş, on senede kat’ ettiriverecek bile olsa istemeyiz. İstiklâlimizden zerre kadar fedakârlığa râzı değiliz. Buna rızâ gösterecek hiçbir Türk yoktur. Hatta böyle bir şeyi aklına getirenlerin dünyada değilse bile âhiretteecdâdımızın kahhar ve müntakim eli yakalarındadır.”
MUSTAFA ESKİ