Zaman dur durak bilmeksizin akıp geçiyordu…
Yaşadığımızı “sanıyor…”
Adına “hayat” diyorduk…
İnsanı…
İnsanlığı önceleyen her ne varsa…
Gözlerimizi kapamıştık…
Dillerimiz lâl…
Kulaklarımız sağır olmuştu…
●●●
“İnsanlık bunun neresinde?” sorusundan özenle kaçınıyor, dile getirilmesinden bile büyük rahatsızlık duyuyorduk…
Sormaktan vazgeçmeyenlere…
“İmalât hatası” muamelesi yapıyor…
“Boş konuşuyor…” deyip burun kıvırıyorduk…
●●●
Hiç ölmeyecekmişiz gibi sonsuz bir hayat “düşlüyor…”
Olmayan ihtiyaçlarımızı varmış gibi hissettiren bir çılgınlığın tutsaklığında “sahip olabilmek için”kendimizden geçiyorduk…
Altta kalanın canı çıksındı…
Bana dokunmayan yılan bin yaşasındı…
Bal tutan parmağını tabii ki yalardı…
Neme lâzımdı…
Gemisini kurtaran kaptandı…
●●●
“Başarı” için…
Gerekiyorsa…
Başkalarının sırtına basarak yükselebilirdik…
Ne gamdı…
Amaca giden her yol mübahtı…
Yarışmacı etik tarafından kutsanmıştık ya nasıl olsa…
Gerisi “fasa fiso”ydu…
●●●
Her yıl düzenli olarak yaptığı araştırmalarda:
■ “Dünyanın en zengin 26 milyarderinin serveti, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50’sini oluşturan 3,8 milyar insanın toplam varlığına eşit.”
■ “Yeryüzünün en zengin yüzde 1’lik kesiminin serveti yüzde 99’un servetinin toplamına denk.”
■ “Dünya genelindeki en zengin 2 bin 153 kişinin serveti, en yoksul 4,6 milyar kişinin toplam servetini geçti.”diyen…
İngiltere merkezli uluslararası yardım kuruluşu Oxfam‘ın tespitlerinin ne önemi vardı ki…
“Bu istatistiklerle oyalanmak zaman kaybı”ydı…
●●●
Para, dünyanın neredeyse tek değer ölçme kriteri olup çıkmıştı…
“Paran varsa, sorun da yok”tu…
Hem,“parasız adam gereksiz adam”dı…
Üretmesek ne olurdu ki?
Parasıyla değil miydi?
“Bastırır alırdık…”
●●●
Vicdan…
Merhamet…
Ahlâk…
Yardımlaşma…
Empati…
İnsanı insan yapan bütün temel değerlerin…
Bol bol “edebiyatını yapıp” içini boşaltabilirdik…
Kime neydi ki?
●●●
Oturup konuştuğumuzla…
Yiyip içtiğimizle…
Gezip gördüğümüzle mutlu olmanın modası çoktan geçmişti…
Ne kadar “hava atarsak” o kadar iyiydi…
Gösterişçi tüketimin kucağında “elden ele gezen pula” dönmüştük…
●●●
Doğanın efendisi bizdik.
Havayı, suyu, toprağı…
Tüm nebatatı ve tüm hayvanatı…
Dilediğimiz an…
Dilediğimiz yerde…
Dilediğimiz miktarda hoyratça kullanabilirdik…
●●●
İnsanlık hanemizde…
Binlerce yıldır büyük bedeller ödeyerek biriktirebildiğimiz her şey“yalan” olmuştu…
Yalanlarsa “gerçek”ti…
Türlü çeşitli “illüzyonlar”la dört bir yanımızdan kuşatılmış olsak da…Değil mi ki “kazanıyorduk”, ziyanı yoktu…
●●●
Derken…
Bir virüs tüm ezberlerimizi bozdu…
Meğer…
Aklımızı başımızdan alan…
Anlı şanlı “küresel dünya düzeni”nin bi virüslük canı varmış…
●●●
Kendiliğinden mi çıktı, yoksa birilerinin parmağı mı var?
Aklımızın bi köşesinde dursun!
●●●
Şimdi…
Tüm insanlık aynı gemide…
Bir virüsün pençesinde hep birlikte çırpınıyoruz…
Geçen hafta söylediğimiz gibi…
“Bundan sonra hayatımızda “Koronadan Önce” ve “Koronadan Sonra” şeklinde nur topu gibi iki kavramımız olacak.
Pek çok şey yeniden yapılanacak.”
Evet…
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!
Özetlersek…
Yaşadığımız günler…
İnsanlık için ihtar vakti!
Ders alıp almamak insanlığımıza kalmış.
●●●
“Bir virüs gelişir… Pek çok şey değişir!” başlıklı yazımızın son bölümüyle bitirelim:
“Bugünlerde içimize çöken “kasvet”e rağmen hayat devam ediyor…
Bi yandan önerilen tedbirleri harfiyen uygulayarak ayakta kalmaya çalışacağız…
Bi yandan da kafa yormayı sürdüreceğiz…
İhtiyacımız olan şey…
Önce beden, sonra akıl sağlığı!
Hepimize sağlık, sabır ve kolaylık diliyoruz…”
Mehmet Yücel