Gökırmak Vadisi boyunca uzanan topraklarda o kadar çok kaya mezarı vardır ki, ihtişamlı, her biri figürleriyle, her biri murç darbeleriyle, her biri keski izleriyle başka başka hikayelerin, yaşamların, tarihlerin sahibidirler.
Antik Amnias yani bugünkü Gökırmak boyunca Taşköprü’ye yapılan bir yolculuk, birden çok yolculuğu taşır içinde. Bir, tarihe yolculuğu taşır mesela. Kastamonu’da insanoğlunun ilk adım serüveninden başlayacak kadar eski bir tarihe. Bir, topraktan sanayiye uzanan ekonomi sayfalarına ve bir de dünün asil temelleri üzerinde yaratılmış bugüne dair yolculuğu taşır içinde…
Çok uzak bir yolculuk Taşköprü. Binyılların içine dalıp dalıp gitmeyi, her bir adım arkasında bugüne dünden sahipsiz anılar taşımayı gerektirir. Kastamonu’dan uzanan 45 kilometrede, iki kenarı keskinleştirilmiş çakmaktaşının yontularında, milyonlarca yılın izini sürmek gibi çok uzun bir yolculuk. Bir sütun başının derin kıvrımlarında, yitirilmiş dillerden şarkılar söylemek kadar içten bir yolculuk. Ve o toprakların günümüz köy isimlerine kadar kanıksanmış Orta Asya kökleri, Çepni’de Çavundur’da kendini bozkır bir at yelesinden rüzgârlar gibi belleten, serin bir yolculuk Taşköprü…
***
Her gün aynı derin dalgınlıklarla kat edilen bir yol ve her geri dönüşünde biraz daha soru işaretleri artmış sırların, yarına sarkan merakında yolculuklar. İşte benim için Taşköprü, işte Gökırmak.
***
Taşköprü’nün sokaklarında kendilerine ait yaşamlar ararken yerli yerine oturmuş bir kent ve yaşam gediğini bulmuş hayatlarla karşılaştım her zaman. Sokaklar, kaldırımlar, duvarlar, binalar; tuğlaları, kerpiçleri ve her nüvesi… Her biri yerini bulmuştu ve çok da oturaklıydılar. Bu yerini bulmuşluk hayatın tümünü bir düzene sevk eder aslında, bir kurallar sistemine uymayı da. İnsanı da kenti gibi; kanı her daim kaynayan mert insanların diyarı olsa da ağırbaşlı, oturaklı ve kendini bilen karakterlerin sahipleri onlar.
Hükmetmek adına bir istençle yaşıyor gibi duruşları var ama aslında bu biraz da bağımsızlık, kendi iradesi ile yaşamı çizmenin istemi bence. Ama bu duyguların tümünün ve daha fazlasının da kökleri çok derinlere inen ve genlere kadar kazınmış alışkanlıklara, yaşam tarzına bağlı olduğunu da biliyorum. Çünkü eğer Taşköprü’ye yolculuk ediyorsanız aslında Batı Karadeniz’in yani antik Paphlagonia’nın kalbine, başkentine, beyinin, efendisinin merkezine yolculuk ediyorsunuzdur.
İşte bu yüzden bu kadar yerini bulmuş bir kent, işte bu nedenle ağırbaşlı insanlar…
Ve o kentin tarihe bağı olan köprüsünün üzerinde durup Gökırmak’a bakınca anlıyorsunuz ki, bu ırmak milyonlarca yıldır biçim verdiği bu topraklarda, sadece alüvyonları taşımıyor her iki yakasına. O kutsal su, insanın şekillendireceği kültürün filizlerini de taşımış bu dile kolay gelen sonsuz akışında.
Ve siz ister adımlarınızda, ister araçlarınızda isterse de düşüncelerinizde yolculuk ediyor olun bu nehrin hattını izleyen yol boyunca, insana da doğaya da şekillerini veren bu izleri tatmanın, tanışmanın yoğunluğuyla en uzak yolcuklarınızdan birini gerçekleştiriyor olursunuz… Her bir uygarlığın kendi renginde, her bir dilin kendi şarkısında.
***
Taşköprü’nün sarımsak tarlalarına ne zaman göz ucumla dahi baksam antik hicivcilerden olan Lukianos’un yaklaşık iki bin yıl önce aslında antik İnebolu’da söylediği bir söz, burası için bir başka anlam kazanır. Lukianos yöre halkı için, “Ayağı çarıklı, ağzı sarımsak kokan Paphlagonialılar…” der. Ve ben bu tarlalarda ya da Taşköprü ve Germeç’te sarımsak pazarında ayağı çarıklı, dizlerine kadar çaputlar sarmış bir sarımsak üreticisi ve satıcısı ile mutlaka karşılaşmışımdır.
Yani Taşköprü’de üretimin kökleri de, kültürün kökleri de geçmişi ile sıkı sıkıya bağlıdır. Belki şimdilik sarımsak için söylenebilecek bu bağlantı yakın zamana kadar bölgenin gözdesi kendir, belki pancar belki de uzun zamandır varlığı bile unutulmuş ürünler için de geçerli olacaktır.
***
İlçeye ismini veren o bildik taş köprü, ilçeyi köklerine bağlayan, geçmişiyle bugününü sıkı sıkıya tutan iki yanı iki ayrı tarih olan bir zaman geçidi aslında. Yedi kemerli bu zaman geçidini ne zaman adımlasam sadece gözle görülür bir iki bin yılın zaman tünelini adımlamış olduğumun hissine kapılırım. Bugünden yola çıkarım ve sadece birkaç adım sonra beni bekleyen antik Pompeiopolis kentinin vatandaşı, yine o toprakların yerlisi, o toprakların dilinden, o coğrafyanın şekil verdiği ve belki de o da sarımsak üreticisi olan bir kişi karşılar.
Düşlerde de olsa.
Ama gerçeğe de en azından onun ve onun gibi nesillerin yürüdüğü kentin sokakları, mermerleri, seramiklerinin parçaları, sessiz, içleri boşalmış mezarları ve aydınlanmak için bekleyen sırları vardır.
O antik kent ki adının bugün Romalı generalden kaynaklı olduğunu biliyorsak da üzerinde zamansız açmış her çiçeğin yaprağında, kendi özgün dilindeki adını fısıldıyordur. Bir gün gelip, adını yeniden biri ansın, yeniden seslesin diye sabırsızlıkla bekliyordur.
***
Taşköprü’de kentin üzerine çökmüş ağırbaşlılık ve çevresini sarmış o derin tarihin söylenceleri ne tarife sığar, ne bir ne de bin yolculuğa. Bununla da sınırlı değildir hani. O Gökırmak’ın bereket kanatları gibi iki yana açılan ovalarını kuşatan dağlarına ve o dağların arkasına da uzanınca ne çok şey görürüm her zaman. Ve her sırrın toprak altında olmadığını anlarım. Çünkü Gökırmak Vadisi boyunca uzanan topraklarda o kadar çok kaya mezarı vardır ki, ihtişamlı, her biri figürleriyle, her biri murç darbeleriyle, her biri keski izleriyle başka başka hikâyelerin, yaşamların, tarihlerin sahibidirler.
Hani dedim ya Taşköprü’ye yolculuk Paphlagonia’nın kalbine yolculuk diye işte bu kaya mezarları da o kalbin kapaklarıdır. Çünkü bırakın diğerlerini sadece Donalar Kaya Mezarı’na ilişseniz hemen antik Pompeiopolis’in yakınlarındaki, o Pers Ordusunu bile korkutan süvarilerin, o kanları deli akan halkın, Paphlagonların lideri Korylas’ın, Otys’in ve daha nice liderlerin apaçık fütursuz izlerini görebilirsiniz.
Henüz ne Roma ne de generalleri varken bu toprakların efendileri yine kendi insanının olduğu zamanlardan kalan bu kayaların tapınakları, şimdi Taşköprü’nün dört bir yanında sonsuzluğa bırakılan izler olarak durmakta. Bu izlerin hepsinde de asil ve biraz da tepeden bakan beylerin bakışlarını taşır hala.
***
Taşköprü’ye yapılan yolculuğun geri dönüşü olur mu diye düşünüyorum. Bunca tarihe dalmış ya da insanoğlunun bunca adımıyla kat edilen yolun geri dönüşü nasıl olur? Gökırmak’ın akıttığı onca suyun biriktirmişliği kaç deniz olur ya da…
Kaç soru daha kalır aklında Taşköprü’den dönüşte. Hangi çağın dilini öğrenmiş olursun da bugüne taşırsın, sırlarıyla bu dönüşlerde.
Belki de hiç!
Çünkü tarihe, toprağa mıh gibi kazınan her sır, Taşköprü’nün, Gökırmak’ın kendini oldurmak için yaşadığı her gün, bu toprağa gömdüğü her ad, bu ırmağın sularının deryalara taşıdığı her nefes, her ölüm, tek bir yolculuğun dönüşüne sığmayacak, bin bir dönüşün anlamına çok gelecek kadar köklü çünkü.
Ve işte o yüzden pek bir şey kalmaz aklında, adımlarında. Yol akıp gider, sen akıp gidersin. Kalan yolculuk olur sonunda…