21 Ekim Cumartesi günü, Üniversiemiz Fen-Edebiyat Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü ikinci sınıf öğrencileriyle birlikte Kasaba Köyü’ne bir gezi yaptık. 1366 yılında yapılan Mahmut Bey Câmii’ni inceledik; bu arada Kapıcı ailesine ait ahşap anbar ile harap hamamı da gördük.
Öğrenmede temel ilke; yakın çevreden uzağa doğru gitmektir. Kendi şehrimizdeki kültür, sanat ve tabiat varlıklarını tanımadan başka yerleri öğrenmeye kalkıyoruz. Yakın çevre her zaman elimizin altında, somut bir şekilde duruyor.
Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü bu yıl programına Kent Tarihi adıyla seçmeli bir ders koydu. Bildiğim kadarıyla bizim üniversitede ilk kez böyle bir ders okutuluyor. Dilerim ki diğer bölümlerde de açılır. Zira üniversitede öğrenim gören öğrencilerin çok büyük bir ekseriyeti başka yerlerden geliyor. Hatta geçen yıl 1700 dolayında da yabancı uyruklu öğrenci vardı. Sormak lazım; bu gençler bizim ilimizi ne derece tanıyorlar? Veya biz, gençlere, ilimizi ne kadar tanıtabiliyoruz? Alacağımız cevap maalesef olumsuz olacaktır.
Her gittiğimiz yerde doğaldır ki bir kale bulunuyor ve biz de o kaleleri ziyaret ediyoruz. Kaleler yüksekte kurulu olduğu için şehri bütünüyle gözlemlemek kolay oluyor. Bizim Kastamonu kalesi de önemli tarihî eserlerden. Ancak tarih bilgisi yeterli verilmeyince insanların kafasına bilim yerine “moni” aşkı veya safsatası yerleşiyor. Aşk o kadar güçlü ki, belediyenin Kuzeykent’teki düğün salonundan birinin adı Grand Moni de Lüx. Dokuz asırlık Türk şehrine pek de güzel yakışmış!
Beş asırdan fazla geçmişe sahip tarihî Nasrullah Köprüsü şehrin iki yakasını bağlıyor. Yapıldığında beş gözlü olan köprüden elimizde iki göz kaldı. Yabancılar bir tarafa, şehrin yerlileri bile “kanbur köprü” diye tarif ediyor. Burada doğup büyümüş bir kişinin “Nasrullah Köprüsü” adını telaffuz etmeyişi bir garabettir. Ancak kabahat kimde, kimlerde?
Kent Tarihi dersini sadece üniversiteler açısından düşünmeyelim. Ortaokul veya liseye de böyle bir ders konmalı. Ancak üniversite biraz daha farklılık arz ediyor. Öğrenci öğrenim gördüğü şehri tanıyıp giderse; öğrendiğini, gördüğünü başkalarına da anlatır, turizm açısından bunun getirisi yüksek olur. Kastamonu ölçeğinde düşünecek olursak, bütün kurumlar seferber olup öğrencileri bilgilendirmeliyiz. Belediye, Ticaret ve Sanayi Odası, Esnaf kuruluşları sürdürülebilir bir program dahilinde hareket etmeli. Bu görev ve sorumluluk sadece üniversiteye bırakılmamalı. Her ne ise asıl konuya gelelim.
Kasaba köyündeki Mahmut Câmii sanat tarihi açısından Türkiye’nin sayılı mimarî eserleri arasında bulunuyor. Etrafı taş duvar, içi ve tavanı ahşaptan yapılmış, ilginç bir görünümü var. Kullanılan boyalar yüz yıllar öncesinden günümüze miras. Şimdi Etnografya Müzesi’nde bulunan ahşap oyma kapısı da çok kıymetli. Biliyorsunuz 1997’de çalındı ve medyanın yoğun baskısı üzerine Manisa’da bir okulun bahçesine bırakıldı. Minare de ilginç; çok önceden ahşapmış, sonra taştan yapılmış; şimdi tekrar eski haline dönüldü.
Çevre düzenlemesini beğendim. Giriş yolu doğal parke taşla döşenmiş. Geniş bir toplantı binası yapılmış, etrafına sedirler konmuş, çok zarif. Üstü kapalı şadırvan da pek hoş. Burada eleştireceğim bir husus şu: Bahçede eski bir mezar var; şâhidesi yani baş taşı öne doğru eğilmiş. Düzeltmek çok mu zor?
Köyden geçen dere beton kanal içine alınıyor. Özenildiği belli ama buna neden lüzum gördüler bilmem? Doğallık korunsa daha iyi olmaz mıydı? Neyse, fazla eleştirmeyelim, zaten bitmek üzere.
Köyde eski bir hamam kalıntısı var, metruk vaziyette duruyor. Asırlar önce böyle bir hamamın olması o çevredeki temizlik kültürünün yüksekliğine işarettir. Bu, aynı zamanda köyün çok kalabalık olduğunu da gösterir. Hamam otuz yıl önce de böyleydi; aradan geçen sürede hiçbir restore yapılmadı. Üstü açık, her geçen gün daha da tahrip oluyor. Kaç vali, kaç vakıflar müdürü, kaç bakan geldi geçti; hiç mi burayla ilgilenen çıkmadı Allah aşkına? Oradaki tarihî eser sadece câmiden ibaret değil ki. Çayı geçip arkta boğuluyoruz. İçersine girdim, inceledim; cesaret edip öğrencileri sokamadım. Birisinin kafasına taş düşer, ayağı kayar; al başına belayı.
Köyde başka bir eser daha var; Kapıcı ailesine ait eski bir anbar. Kalın kalasların çatılmasıyla yapılmış; tahminen altı, yedi metre yükseklikte ve 6×6 metre ebatlarında ilginç bir yapı. En az yüz elli yıllık bir geçmişe sahip. Yavuz Kapıcı rahmetli oldu, kardeşi Yılmaz Bey de ciddi rahatsız. Gördüm ki, köyle pek ilgilenemiyorlar. Anbara yazık oluyor. Üzerindeki çatı çürümüş, kiremitler açılmış, yağmur tepeden girmeye başlamış. Yan merdivenler de çürümüş; cesaret edip çıkamadık. Bilirsiniz, ahşap, su alırsa çabuk çürür ve göçer. 2003 yılında Tarih Bölümü öğrencileriyle yine gitmiştim. O zaman Yavuz Bey’in eşi öğretmen Melahat Hanım sağ olsun, anbarı açıvermişti.
Bana göre câmi, hamam ve anbar köyün üç önemli tarihî değeri. Bu saatten sonra anbar sahiplerinden onarım beklemeyelim. Bir formül bulunarak hiç değilse anbarın çatısı onarılmalı, ziyaretçiler de burayı görmeli. Böyle eski ve büyük bir anbarı her yerde görmek hiç mümkün değil. Biliyorsunuz anbarda sadece hububat saklanmaz; evin ihtiyacı olan bazı yiyecekler de depo edilir; arada sırada küçük miktarlarda eve taşınır.
Köyün içinde yol genişletme çalışması yapılıyor. Şimdiki halde otobüsler câminin önüne kadar gidemiyor. Yol bitince mümkün olur ama buna da gerek yok; yürüme mesafesi çok kısa.
MUSTAFA ESKİ