Köyler yaşlanıyor…
Köyler boşalıyor…
Kırsal yaşam kültürü yok oluyor…
***
Kastamonu’nun coğrafyası elbette muhteşem, ülkenin birçok yerine bakarak bakir bile… İlk kez görenlerde, yaşayanlarda nasıl bir muhteşemlik duygusu uyandırıyorsa o duygu hayat boyu bir Kastamonu algısı olarak da kalıyor insanlarda. Ama doğa, kendi varlığıyla Kastamonu’da olağanüstü ve hatta sıra dışı güzelliğe sahip olmasına karşı, o güzelliğin tamamlayıcısı da o doğaya uyum sağlamış, ondan geçinen, hayat bulan ve kendine has bir kültür yaratan insanların varlığı, yani “kırsal kültürümüz”.
İçinde tarımın olduğu, tarımsal aletlerin, konut ve yerleşim tipinin belirlendiği, orman altı ya da üstü ürünlerin bilindiği, bu ekolojiye uygun halk sağlının geliştiği, beslenmeden ekonomiye, inançtan sosyolojiye kadar, yaşanılan coğrafya ve doğanın belirlediği bir mikro kültür alanı, kırsal kültür dediğimiz şey…
Ama bundan seneler önce tanımladığım ki benden de yıllarca önce tespit edilmiş bir kanser dolaşmakta Kastamonu kırsalında… Bu kanserin adı “göç”…
Yıllar önce il dışına şimdi ise hem il dışı hem de il merkezine yaşanan bu göç köylerimizi boşaltıyor, yaşlandırıyor, kırsal yaşamımızı ve kültürümüz yok ediyor.
Bir şeyler ters gidiyor ve gençler önce ekonomik nedenler sonra da sosyal nedenlerden dolayı terk ediyor köylerini ve kırsal tüm uğraşlarını. Yaşlılar kalıyor bir başlarına; bazıları hayatın bu kötü oyununa inat sahiplenircesine geçmişlerini tutuyor, ocaklarını tüttürmeye çalışıyorlar. Bazıları ise bu kötü oyunun kurallarına uyup evlatlarının peşinden gitmek zorunda kalıyorlar. Ya yarı zamanlı köylerindeler ya da bayramdan bayrama…
***
İnsan kalmayınca tarım ve kırsal kültür de haliyle bitiyor. Bakarsan bağ bakmazsan dağ olur misali tüm kültüre edilmiş yerleri orman basıyor. Köylerde kalan tek tük insanlar tarladan vazgeçip bahçe-bostana dönüyor. İş gücü yok, emek yok bir de üstüne “canavar” diye tabir edilen domuzların geri döndürülmez mahsül tahribatları insanları sadece kapılarının önlerine mahkûm ediyor.
Tarım, kırsal ölünce, insanlar göç kervanlarını düzünce köylerde, o pratik zekâlı ve ince işçilikli emek dolu evler de ölüyor. Hatıralar, binlerce yıllık kültür birikimi, mimari, el işçiliği, ağızdan ağıza dolaşan türküler, masallar, yörenin kendine özgü yarattığı her şey ölüyor.
Birbirine geçme ahşabın zeka dolu kullanımında, evinden ahırına, işliğinden serenderine kadar mimari zarafetle yapılan kırsal mimari ölüyor… O ahşap dokudan duyulan sesler, meraklı ama çekingen bakışlar, insan başka birçok canlıya hayata veren mekan ölüyor…
Bu kırsal mimarinin, çatısı göçmüş, beli kambur vermiş ve penceresi kırık, yılların eskittiği yırtık pırtık tüllerin uçuştuğu sanat ve incelik dolu pervazlardan yansıyan, derin bir sızı sesi bu ölümü haber veriyor size; “gördüğün her şey artık yitik bir efsane” diye…
Ve sonrasında o çantı evler, o ahşabın koyu kahverengi çizgileri, o insan soluğuyla yaşayan anıtlar artık yalnızlığın evrensel dilinden birer parçalar olup çıkıyorlar yitik efsaneler korosunda.
***
Özellikle bu kayıp efsaneler Küre Dağları silsilesinde yer alan birçok köyü sarmış durumda. Ya il dışındalar ya da malum sebeplerden il merkezinde. İnsan kalmadıkça hikâyeler de son buluyor…
Keza, sözlü belleğe sahip bir toplumuz. Zaten herhangi bir şey sormak, araştırma yapmak, tespitte bulunmak adına haneleri hala canlı bir köye bile girseniz ancak kerpetenle ağızlardan laf alabiliyordunuz. İlla ki her köyde bir eren’in mezarı vardır ama köylü kim olduğunu da kerametini de pek bilemezdi. İlla ki tarih anlatırlar ama zamansız bir tarih olduğundan bir yere oturtamazdınız. Şu tepede bir şehit yatıyor derler ama onlarda bilmezlerdi ne zamandan kalmış diye… Yaşayan köylerdi ama yine de bir şekilde zamansız ve uzamsız efsanelerinde yaşıyorlardı…
Ama olsun, yine de yaşayan efsanelerin izini sürmek, merak etmek, araştırmak da çok önemli bir uğraş, çok heyecanlandırıcı gezilerin nedeniydi. Ama şimdi bu göç hikâyelerinin ardında Kastamonu’nun kırsal kültürü sadece birkaç on yılda uzamsız, zamansız ve belki de sahipsiz gerçek bir efsaneye dönüşmüş durumda.
***
Bir yanda doğanın o olağanüstü atmosferinde büyülenmiş zamanlar, bir yanda o coğrafyanın yarattığı ama artık bitmek-yok olmak durumunda kalan köylerin, evlerin, ocakların zamansız iniltili türküleri…
Yol boyu dipsiz vadilere, alabildiğince uzanan ormanlara ve etrafa saçılmış tüm renklere bakarak evrene dağılan zamansızlık, ama ince bir sızı gibi elden, avuçtan, hatıradan ve dimağlardan hızlıca yok olan geçmişin soylu birikimi.
Ama yine de yolculuk bittiğinde karşılıyorsa sizi bir ebemkuşağı, yine renklere sığınıp hala umut da vardır diyebiliyorsun.
MURAT KARASALİHOĞLU