Bugün ve şu zamanda “esaret” dediğinizde başka, ama yüzyıl başında “esaret” dediniz mi bambaşka anlamları vardı.
Bu farkı anlayabilecek ve idrak edebilecek bir durumda mıyız?
Bana sorarsanız cevabım net ve yüksek sesli bir ‘Hayır’ olur.
Aslında günümüzün “esaret” kavramlarını anlamak için kendimize bakmak yetiyor.
…
Hâlâ o anıları anlatacak aile büyükleri var mı? Bilemiyorum.
Ama benim için “esaret” Tafık Çavuş’ta et’e, kemiğe ve hatta aza noksanlığına bürünüp, çocuk gözlerimde ve muhayyilesinde hayal ötesi bir gerçeklikti.
Tafık (Tevfik Kuzyaka) Çavuş Araç’ın İlksife (Özbel) köyünden… Dal fidan çağında askere çağrılıp Balkan, Kanal harekatı ve Sarıkamış’ta savaşmış… Şarapnel yaralaması sonrasında dizden kesilen sol ayak ve kaybolan hareket kabiliyeti sonucu esaret…
Kırçıl ve genellikle uzamış sakallarıyla kaplı yüzünde kâh hüzün bulutları, kâh hınç, kâh pişmanlıklar dolaşır, ama o hep gururla anlatır, biz de eksik dizi dibinde çıt çıkarmadan dinlerdik. Onun anlatışını gündelik konuşmalara çeviren ev ahalisine kızarak ve hadi anlat, devam et…diye anlattığı noktayı hatırlatarak.
Birinci ağızdan anlatılan savaş hatıralarının çocuk oyunlarımıza konu olan “yesir almaca” nın nemenem bir şey olduğunu çok, çok sonraki yıllar idrak edebilecektik.
TAŞKÖPRÜLÜ MEHMET EFENDİ’NİN ÖYKÜSÜ
Mesut Uyar ve Ahmet Özcan’ın İş Bankası yayınlarından çıkan ve “Irak Cephesi’nden Burma’ya Savaşın ve Esaretin Günlüğü-Taşköprülü Mehmet Efendi” kitabını elime aldığımda ilk aklıma gelen Tafık Çavuş’tu.
4 Ağustos 1914’te ilan edilen seferberlik kararından sekiz gün sonra, Abana’da öğretmenlik yapmakta iken askere zabit olarak alınıp İhtiyat Zabiti olarak savaşa katılan ve 17 Nisan 1916’da esir düşen Taşköprülü Mehmet Efendi ile Alay’lı Tafık Çavuş’un hükümleri, hatıraları ne kadar benzeşik.
Hatalı taktik ve tertiplenmeye, savaş alanındaki can pazarında oluşan hissi itirazlarına kulak asılmayıp görmezden gelinmesi, piyade birliklerinin ricatının görülmesine rağmen üst komuta kademesinin olası tepkisinden korkularak kadere terkediliş sonrası gelen esaret…
Askere alınmasını şöyle hikaye ediyor Taşköprülü Mehmet Efendi:
“21 Temmuz 1330. Seferberlik ilânı.
29 Temmuz 330’da Taşköprü Ahz-ı Asker Dairesi’ne davet edildim ve âhiren mevki-i tatbike vaz edilen Ahz-ı Asker Kanunu’nun doksan üçüncü maddesi mûcebince asker edildim. Sekiz gün sonra altı refikimle beraber Kastamonu’ya sevk edildik. İki gün kadar Kastamonu’da kaldım. Muayenemiz icra edildi. Müsellâh ayrıldım. Kastamonu’ya İnebolu tarîkiyle hareket ettik. İnebolu’da yirmi dört saat kadar kaldım. Burada bulunduğum dört saatin kısm-ı âzamim mahall-i memuriyetim olan Abana’da geçirdim. Bilâhare İnebolu’ya gelen Acem bandıralı küçük bir vapura irkâb edildik. Kırk sekiz saat sonra İstanbul’a gelebildik. İÜ sekiz saatlik deniz seya¬hatinde epeyce sıkıntı çekildi. Ramazan bayramının dördüncü günü ve Ağustos’un on üçünde Mekteb-i Harbiye’ye gittim. 16 Ağustos’ta Mekteb-i Harbiye’de ihtiyât zâbit namzedi alayının birinci taburu birinci bölüğüne kaydım icrâ edildi ve aynı günde sivil elbise ile talime çıktık. İki saat kadar terbiye-i bedeniyeden idman talimi ile vakit geçirdim. Bidâyette bana bu harekât pek zor geliyordu.
Ben ise arkadaşlarımla birlikte Sirkeci’de İzmir Oteli’nde yatıyordum. Gündüzleri vakt-i muayyende talime gidiyordum. Bu hâl beş altı gün kadar devam etti. Sonra leylî olarak Mekteb-i Harbiye’de kaldım, fâfeız hafta¬da bir defa perşembe günleri dışarı çıkıyordum. Talim ilerledikçe güçlük çekmeğe başlıyordum. Yevmi sekiz saat talim ediyorduk. Ağustos’un son günleri olduğundan epeyce sıcak oluyordu. Biz ise Âbide-i Hürriyet, Kâğıthane, Rumelihisarı, Zincirlikuyu istikametlerine talime çıkarak biz de askerlik hayatına alışmağa başlamıştık.”
Taşköprülü Mehmet Efendi’nin hatıratının son sayfalarındaki eksiklik büyük bir kayıp. Mehmed Efendi’nin Burma-Thayetmyo Esir kampı hakkındaki gözlemleri en çok ölüm ve kalıcı rahatsızlıkların yaşandığı bu yer için aydınlatıcı olacaktı.
•••
Kent tarihçiliğinin etnografik ürün teşhiri ile karıştırıldığı ve kavramların “imaj” olarak kullanıldığı bir zaman dilimini acı içinde izlerken ulaştığım bir belge tuz biber oldu…
“Kastamonu eşrafından Hacı Kasımzâde Bidayet Mahkemesi Başkâtibi müteveffa Hüseyin Hüsnü bin Hacı Ahmed ve Ber-hayat Hafız Ayşe Hanım’ın oğulları olan Gelibolu gazisi Kastamonulu (Araç’ın Serdar Köyü’nden) Refik Efendi’nin günlüğünü Avusturalya The University of Queensland Library arşivinde bulduğumda sevinmek mi yoksa üzülmek mi gerektiği konusunda tereddüt geçirdim. Ama hayli canım yandı ve kendi kendime hayıflandım.
Günlükten yazı görseli olarak örnek sayfalar göreceksiniz. Bu bilgi ve belgelere yabancı arşivler üzerinden ulaşılıyor olması gerçekten yaralayıcı. Ama asıl görülmesi gerek bu memlekette “Kastamonu Araştırmaları Enstütüsü” başlığında sivil bir yapının oluşturulması.
Bütün payelerden ve ikbal beklentilerinden arınmış olmak hasebi ile söz düşerse “organizasyon” için elbet söyleyeceklerimiz olacak, bürokrat sivil toplumculara.
Esaret ’in bedenen “düşman” eline geçmek olduğunu öğrenen çocukluğum; ihtirasların ve ikbal arzularının tutkusallaştığı günümüz esirliğinden daha da önemsiz addedilebileceğini çok geç öğrendi.
Tarih ders alınmadıkça tekrar eder…
*******
“Her kavmin hissiyatına tevafuk eden bir şiir olduğu gibi istidad-ı zekâsına mülâyim gelen bir felsefe de vardır ki tarih-i medeniyette bir nevi mihver-i dimâgî teşkîl eder ki diğer mezâhib-i hikmet o felsefe etrafında gâh uzaklaşarak gâh yaklaşarak döner ve hiç bir akıl ve milleti bütün bütün ondan mehcûr edemez.
Hayat bir âlet-i ilm ü irfandır.
Bir yalan değil, bir kazâ değil bir vazifedir. Fakat lâ-yenkati‘ teceddüd eden bir vazifedir. Mâye-i hayatı bozulmayan istihkar-ı hayat edemez.
Kant insanı hayat ve harekâtının âmiri olmak üzere gösteriyor: Sükût edersen nefsini mes’ul et. Aldandınsa kabahat sendedir. Fakr ü acz içinde isen, demek ki. kavî ve zengin olmak içün bir şey yapmamışsın… “
“Gelibolu gazisi Kastamonu lu Refik’in Avustralyalılarca ele geçirilen günlüğü’nden”