Koca çınarların bıraktığı boşluklar kolay dolmaz. 2 Aralık 1994; edebiyatımızın ulu çınarı Orhan Şaik Gökyay aramızdan ayrılalı 21 yıl oldu. Ne çabuk da geçiyor yıllar. Günümüz dünyasında insanlar, doğum veya ölüm yıl dönümünde hatırlanıyor.
1902’de İnebolu’da başlayan hayat İstanbul’da son buldu. Çocukluğu, okul hayatı Kastamonu’da geçti. Lisede öğrenciyken 1919’da, Açıksöz’de ilk şiiri “Melâl-i Hilâl” yayınlandı.
Fakülteyi bitirince öğretmenlik hayatı ilk kez Kastamonu’da başladı, değişik illerde görev yaptı, nihayet 1967’de emekli oldu. 1944’de o meşhur, düzmece Irkçılık-Turancılık davasında Nihal Atsız’la birlikte yargılandı, beraat etti. Savunması bir hukuk şâhaseridir, okumanızı isterim.
Tespit edilebilen 92 şiiri var; bunların 33’ü Kastamonu’daki gazete ve dergilerde yayımlanmış. Bazı eserler sahibiyle özdeştir. “Bu Vatan Kimin” şiiri en çok okunanı. Dede Korkut hikâyeleri üzerine en geniş araştırmayı yaptı. “Dedem Korkudun Kitabı” hem bizim hem de dünya kültür tarihi için bir âbide eserdir. Haddini bilmeyenler için yazdığı “Destursuz Bağa Girenler” mutlaka okunmalı.
Bugün onun hayatını, edebî kişiliğini, eserlerini anlatacak değilim; sadece bir konuşmasından söz edeceğim.
Yıl 1983, aylardan Kasım. Kastamonu Eğitim Yüksekokulu’nda Âşıklar Günü düzenlemiştik. Hocanın aracılığıyla en güçlü halk şâirlerimiz Âşık İlhamî, Âşık Reyhanî, Âşık Şeref Taşlıova ve Âşık Hacı Karakılçık’ı davet etmiştik. 26 Kasım günü, önce okulda, akşam da Halk Eğitim Merkezi salonunda iki program hazırladık. Âşıklar kendi geleneklerine göre çalıp söylediler; kıssadan hisse hikâyeler anlattılar; unutulmaz bir gece yaşadık. Hocamız, akşamki program öncesinde âşıklarla ilgili bilgi verdi; salondakilerle edebî, felsefî türden bir sohbet yaptı. Aradan 32 yıl geçti; o güzel konuşmayı şimdiye kadar yayınlamadım. Bugün onu sizlerle paylaşayım istedim.
“Sayın hemşerilerim, diye başlamayı tercih ediyorum. Çünkü benim çocukluğum, gençliğim ve üniversiteyi bitirdikten sonraki hocalığım, gene Kastamonu’dadır. Ve Kastamonu’dan ben Halk edebiyatının tadını almış olarak üniversiteye gittim. Nereden aldım bu tadı? Bu tat Kastamonu’nun havasında yüzyıllardan beri esen bir havadır.
Biz galiba zaman zaman aynaya bakmasını unutuyoruz. Kim olduğumuzu, dilimizi, onun mânâsını anlamak zahmetinden uzak kalıyoruz. Bizi buraya toplayan sebep de bizi bir aynaya bakma ihtiyacını gösteren bir sebeptir. Neden? Bu âşık edebiyatı, bizim âşık diye kullanıp geldiğimiz kelimenin anlamını şimdiye kadar romanlarda, filmlerde, birtakım gündelik gazetelerde, sandığımızın dışında, bir mânâsı olduğunu şimdiye kadar düşündüğümüzü sanmıyorum. Âşık dediğimiz zaman biz, onu hakir görürüz. Kim olduğunu bilmediğimiz, pek yakından tanımadığımız uydurma birtakım, bir kısmı gerçekten âşık olmayıp da sırf bu sıfatı taşıyan kimse de olabilir. Ama şimdi burada âşık dendiği zaman bizim edebiyatımızda, bizim dilimizde neler akla gelecektir? Bunların bizim hayatımızdaki rolü nedir? Bunlar ne cins insanlardır ve bize neyi anlatıyorlar?
Bu âşıklar bir defa bizim artık ikinci anlamını bulmuş bir mânânın sahibidirler. Yani bunlar bir bakıma halk âşığıdır, Hak âşığıdır. Zaten kendilerini daha ziyade Hak âşığı olarak tanıtırlar. Biz edebiyat hocaları onlara daha başka isimler de bulduk. Uydurduk, yakıştırdık, yerli yersiz: halk şâiri, saz şâiri vs. Hayır, onlar doğrudan doğruya bizim şâirlerimizdir. Yani insanın şâiridir. Bize bizi anlatan, bizim duyup düşünüp de dillendiremediğimiz, dile getiremediğimiz birtakım özelliklerimizi; yaşadığımız fakat yaşadığımızdan çok defa haberdar olmadığımız bir mânevî dünyayı bize gösteren insanlardır. Çünkü her insanın kendine göre, bir küçük portakal büyüklüğünde bir dünyası vardır. Bir de bütün kâinatı kucaklayan dünyası. Nedir bu kâinat? Bu kâinatın içersindeki yıldızlar nelerdir? Biz bu gökyüzüne bakmıyoruz çok zaman, yeryüzüne bakıyoruz. Yıldızları görmemize imkân yok. Gerçek ki yeryüzünde yıldız yoktur.
Biz elbette sevdiğimiz bir insanı kaybettiğimiz zaman, sevdiğimiz herhangi bir varlığı kaybettiğimiz zaman, elimizde yıllarca, yüz yıllarca kalmış bir vatan parçasını elimizden çıkardığımız zaman ne duyuyorsak bunlar da bizimle beraber ağlayan insanlardır. Bunlar ölülerimize ağıt yakarlar; onlar, bizim gözyaşlarımızı bize veren, bunları bir mürekkep haline getiren, dile getiren insanlar bunlar. Biz ağlıyoruz ama gözyaşlarımızı mürekkep gibi kullanmıyoruz. Ama bunlar kullanıyor. Yani bizim nâmımıza ağlayan onlar, gülen onlar. O halde bunlar bizden ayrı bir şey değil. Bunlar bizden. Bunlar biziz doğrudan doğruya.
Hangi dille konuşurlar? Elbet Türkçe konuşurlar. Türkçe konuşurlar ama ben kendimi Türkçe konuşur zannetmiyorum. Onların kurduğu hayale erişemiyorum; uçak uçmuş, gitmiş; ben bakakalmışım arkasından. Bir uçak gitti ama ne? Kimin uçağı? Hangi alâmeti taşıyor? Çok defa onları takip etmek mümkün olmuyor. Biz bu uçağın onlarla nereye gittiğini, yani onların uçurduğu uçurtmaları korkmadan takip edebiliyorsak, işte gökyüzünü anlıyoruz demektir.
Neden bahsediyorsun sen Orhan Şaik Bey? Ben gerçekten bahsediyorum. Elbette günlük hayatımızın dilini herkes konuşuyor. Bir kilo soğan şuradan ver, bir kalıp peynir ver. Bu Türkçe değil ki. Türkçe ama bize lazım olan, yani benim duygularımı dile getiren Türkçe değil ki. Bu herkesin kullandığı dili onlar kullanmıyorlar ki.
Ama onlar öyle şeyler konuşuyor ki. Hangi dili konuşuyorlar?
Mecâzî konuşuyorlar. Şiir dilini konuşuyorlar. Diyelim ki, ben sigara içmiyorum. Bana bir sigara veriyorlar. Ne diyorum ben?
-Teşekkür ederim, kullanmam, ben içmiyorum.
Şimdi bu şâir ne diyor?
-İçeni severim. Diyor.
‘İçmem’ yerine ‘içeni severim’ diye anlatmak Türkçedir. Yani bizim Türkçemizdir.
Bizim halkımız ‘bu adam cimridir, sıkıdır, hasistir’ demiyor.
– Onun cebinde akrep var. Diyor. Veya
– Eliyle cebi arasında Bağdat var. Diyor.
Türkçe’den bunu kastediyorum.
Biz bu insanların adlarını da bilmiyoruz. Yeni yeni onların değerini anladık. Yer altından Etibank’ın aradığı madenler gibi birtakım madenler arıyoruz. Mânevî âlemimizde neler onlar? Bizi bize getiren, bizim hayatımızı anlatan.
Şimdi okuyoruz bunlardan: Bu filan kale dizdarının ağıtıdır. Düşman kızı içeri almış. Kız düşmanın elinde kalmış. Bir koşmasını okuyoruz, kızın adını da bilmiyoruz. Türk milleti; onun duygu, düşüncesi aklımıza geldiği zaman onun kâinatı yani gökyüzü aklımıza gelir. Orda hangi yıldızlar var? Adları nelerdir, renkleri nelerdir, parlaklıkları nedir? Bunu ancak bize bu dünyayı yaşatabilen ve bize duyurabilen insanlar ancak söyleyebilecektir. Bunu da aslında bulacağız. Onları, yetişme tarzını bize anlatan destanlaşmış birtakım kahramanlar anlar, sanki bir pîrin ektiği tohumdan fışkıran ve bize şiir dediğimiz türlü renkte, türlü anlamda, türlü değerde yıldızları anlatan, meyveler veren ağaçlara benzetebiliriz. Bunları bir pîr, yani Hızır, bunlara şiir söylemek sanatını açar, keramet sahibi insanlar; yani pîrler bunlardır. Ne yapıyor bunlar.? Kaç yaşında bulûğa ermişiz, ermemişiz, 12’yi, 13’ü daha yeni geçmekteyiz o köprüleri. Birden karşımıza, ya doğrudan doğruya yoldan giderken, yahut bir ağacın dibinde yatıp uyumuş olduğumuz zaman geliyor bize elinde bir şerbet: ‘İç bunu!’ Ve biz içiyoruz. İçiyoruz, bakıyoruz ki, şâir olmuşuz. Uyanıyoruz, bakıyoruz ki saz çalıyoruz. Uyanıyoruz, bakıyoruz ki saz çalmaya başlamışız. Yani bizi bir mânevî kuvvet hayata atmaktadır. Öyle mi? Öyle. İnancın hududu yok ki. Siz buna inanıyorsunuz, ben, ona inanıyorum, âşık da ona inanıyor.
‘Şerbeti içtim’ diyor, bir pîrin elinden, ‘uyandım ki şiir söylemeye başlamışım’. Söylüyor. Şimdi bu kerâmeti burada bırakalım.
Kim bunları şâir yaptı? Kim bunlara saz çalmak gücünü verdi? Bu, Türk milletinin yüz yıllardan beri sürdürdüğü bir hayatın eseridir. Bir umûmî kültürdür. Bunun mektebi nerde, okulu nerde, öğretmeni nerde? Bu, doğrudan doğruya halkın kendisidir. Yani sizlersiniz. Eğer bu âşıklara gereken önemi vermezsek, bunların kim olduğunu tanımazsak, bize ne anlatıyorlar, biz onları bilmezsek, bunlar yok. Bunları yaratan da biziz. Yani halkın bunlara verdiği değerdir âşık.Yani bir mânevî gücün sahibi olan insan doğrudan doğruya bizim eserimizdir. Bizi temsil eder.
Neyi mi? Duygularımızı, düşüncelerimizi, hayallerimizi, geleceğimizi, geçmişimizi, istikbalimizi, hâlimizi, Türk milletinin olan nesi varsa.
Askeri mi, bayrağı mı, vatanı mı, düşmanı mı, destanı mı, zaferi mi? Bütün bunları bunlar verecek. Bizi zaman zaman eğlendiriyor mu, bizi zaman zaman neşelendiriyor mu, bizi zaman zaman ölülerimizle beraber ağlatıyor mu? Ne yapıyor bunlar?
Ama onun altında bir isim yazılıdır. O, Türk milletinin adıdır. Türk milleti, bir kız düşmana gittiği zaman böyle ağlar, böyle yazar. Bir kale fethedildiği zaman böyle sevinir, böyle bayram yapar. Bir ölünün arkasından böyle ağlar, bir toplantıda, bir düğünde bizi böyle neşelendirir. Hangi tarzda? Bunlar, onların adlarını koymuşlardır. Kendi adlarımız gibi; Ahmet, Mehmet gibi. Buna koşma demiş, buna destan demiş. Şimdi ben, onları sınıfta konuşur gibi söylemek istemiyorum. Zaten yeri de değil, yurdu da değil.
Şimdi biliyorum ki bir an evvel sözü bırak, onlar konuşsun diyorsunuz. Zaten öyle söylemeniz lâzım. Ben sözü onlara bırakıyorum. Onlar hem söyleyecekler, hem ne söylediklerinin adını koyacaklar. Hepinize saygılar sunuyorum.”
Orhan Şaik Gökyay’ın bu konuşmasından sonra ozanlar sahneye çıktılar. Geleneğe uyarak Âşık İlhamî divan tarzında, 15’li hece vezniyle ve irticalen söylediği şiirle giriş yaptı. Bu şiirle bitirelim yazıyı.
Bunu bilin, kalbimizin mihmanı sizlersiniz.
Âşıkların yâresi var, dermanı sizlersiniz.
Bin maşallah bu âleme, bu topluma, geceye,
Nazlı vatan toprağının ozanı sizlersiniz.
Her zaman yalvarırız daima Yücemize,
Mânâyı bilen âlimdir, duygusu hecemize,
Renk verdiniz, neşe verdi(ni)z, emin ol gecemize,
Mağrıp’tan Maşrık’a ışık tebanım sizlersiniz.
İlhamî der, satır satır sözler gelir sıraya,
Huzurda bir lezzet varsa, o da erdi buraya,
Gözde boyama yoksa vurulmaz akı karaya,
Velhasıl son netice yârenlerim sizlersiniz.
Bugün İlhamî, Reyhanî ve Taşlıova aramızda yoklar. Orhan Şaik Gökyay ile birlikte hepsini saygıyla anıyorum, Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun.