Yaşadığın kentin de gerçeklerinin eskimiş olduğunu görmek şaşırtıcıdır biraz. Her gün sokaklarında, caddelerinde aşina ama görmez bir şekilde yürüdüğümüz bu kentin, ufak değişimlerine takılmadan, eskisini de unuttuğumuz bir parçasıyızdır yalnızca.
Mekanikleşmiş davranışlarımızla, güzergâh bile değiştirmeden, aynı yüzlere bakarak güya kendimizi bir garip alışmışlığın emniyeti duygusunda apansız her gün gördüğümüz bir şeyin aslında o olmadığını duyumsamak da şaşırtır bizi.
Parça parça korunmuş eskisinde, hâlâ bir veremli gibi soluk alıp veren konaklar, hanlar, hamamlar, sokaklar, zanaatlar, ustalar kendilerine, kentine küsmüş bir eda içersinde filler mezarlığında ölümlerini beklerler. Ahmet Telli’nin çok güzel bir şiiri vardır; “filler mezarlığında fil ölüleri / ve birkaç da şiir bulursunuz / ki o şiirler kendi ölümlerini sezen / birer kuğudurlar kuytu sularda” diye. İşte bizim geçmişimizin parçası olan her şey gibi, adımlarını solukladığımız kentimiz gibi, onların kuytu sularına daldığımız da hepsinin de ayrıntılarında birer kuğu oluverdiklerini görürüz.
Belki bildiklerimizin üzerinden giderek yeni bir şeylerin ufak çaplı da olsa keşfine, tadılmamış bir küf rengini bulmaya hareketle şimdi sıra kentim içinde. İnsan arayışı bizimkisi, sohbet ve biraz da insan eli değmiş, yaşanmış gerçeklerin arayışı. Onların yaşadığı mekânların, belki kentimizin kendi olan dokularında bir arayış.
Kentimizle adı anılır, hikâyeleri, efsaneleri, esnaflığı anılır olmuş; belki en eski, geçmişten hala derin soluklar alıp veren “Bakırcılar Çarşısı”na yolumuz. Kentte hâlâ eskiyi tadımlatan, kimi çocukluğumun geçtiği, kimi erik çalarken heyecanlarımı sakladığım eski bahçelerin, yeni apartman, sokakların kıyısından dolana dolana varıyoruz Bakırcılar Çarşısı’na. Çarşı içerisinde bir esnaf çay ocağının asma altı gölgeliğine oturup birer çay molası veriyoruz. Belki biraz dışarıdan biri olarak, belki de biraz o sokağın sakini olarak gözlemlemek için civarı.
Günlerden cumartesi; pazarlı gün yani. Etraftaki kalabalık sokağın canlılığı değil ama. İnsanlar sadece çarşının sokaklarını transit olarak kullanıyorlar. Bu kuru gürültülerin içinde neredeyse Bakırcılar Çarşısı’na ait bir tek ses bile duymuyoruz. Bakırcılar çalışmıyor, iş yok çünkü! Karşımda bir demirci dükkânı var, dükkânının ön cephesinde ahşap tezgâhında kırlaşmış saçları ile ustanın çekiç sesleri geliyor. Bir selamla içeri dalıyoruz. Karşımda usta yılların birikim dolu bakışları, güngörmüşlüğünden feleğin çemberini ters okutacak bir eda ile karşılıyor bizi. “Kolay gelsin ustam” “hoş geldiniz beyler, buyurun…” der demez, sanki neler soracağımızı bilir gibi, bizim kendisine ve dükkân içine attığımız meraklı bakışları izleyerek ağırdan söz açmaya başlıyor ustamız: “Ben 70 yaşındayım, 50 küsur yıldır da bu işi yaparım, çilingir demircisiyim yani, çıraklıktan yetişme.” Diye tanıttıktan sonra kendini, bir bir eskiyi anlatmaya başlıyor bize: “Eskiden Yakupağa’da potalar vardı bakır dökülüyordu orada. Oraya, bakır haddanesi bile kurulmuştu. Haloğlu diye biri getirmişti makineleri, bakırı inceltiyor sac yapıyordu. Ancak adam fazla yürütemedi işi.”
Soruyorum kendisine, “Bu çarşıda eskiden de değişik meslek grupları var mıydı?”
“Bakırcılar, demirciler, arabacılar, eskiciler, ayakkabıcılar vardı burada. Herkes kendi işini yapardı, kimse kimsenin işine karışmaz, her işte bir ustalaşma vardı. Şimdi öyle mi, herkes her işi yapıyor, sanat ta yok zanaat da ustalıkta…” diye devam ediyor. “Benim eskiden yaptığım hiçbir iş kalmadı şimdi, değişiyor zaman!”
“Ustalıkla demir işleri yapardık, ben çilingir demircisi olarak anahtar, kilit, menteşe yapardım. Şimdi sadece tırpan bileziği, o da işte bir ay, hasıl mevsimi yanaşırken.”
“Çarşı nasıldı önceleri, biçimi, esnafı, yaşantısı nasıldı?” diye genel bir soru soruyoruz ustamıza.
“Eskiden elektrik yoktu, ilk geldiğinde bile çok zayıftı ki işlerimize bir faydası dokunmazdı. Daha önceden de çarşıda ki o zamanlar şehirde çok az yerde vardı, gaz lambaları vardı. Akşam oldu mu görevlisi gelir tek tek yakardı onları. Işıl ışıl fener alayı gibi olurdu çarşımız. Dükkân içlerinde ise mum ışığında devam… Eskiden böyle değildi ne dükkânlar, ne esnaflık. Dükkânlar camsız, ahşap kepenkli arasta şeklindeydi. Esnaflık da bir başkaydı. Komşuluk vardı, ekmek iş vardı, hepsi de tatlı şeylerdi. Şimdi bunlar da azalıyor, kayboluyorlar yavaş yavaş.Akşam oldu mu hemen ev ya da başka yere gitmezdik. Bir arkadaşın dükkânında, kimi zaman arabacı, kimi zaman ayakkabıcının yanında bir araya gelirdik. Akşam karanlığında mum ışığının çevresinde başlardı sohbet zamanı…”
Onun sohbeti başlattığı akşam vakitlerinin anımsamasından, biz ahşap kahverenginin ve artık pek de iş görmeyen paslı demir renginde buluştuğu dükkânından ve kendisinden izin alarak ayrılıyoruz.
Bir üst sokağa çıktığımızda taştan depo binalarının demir, çivili kapılarına dalmıştık ki, bir odanın kapısının aralık olduğu gördük. Hafif başlarımızı kaldırıp içeriye baktığımızda parıl parıl parlayan bakırlar vardı etrafta. Tam biz ne olduğunu anlamaya çalışırken uzaktan bir ses, “içeriye girip de baksanız daha iyi olur” dedi.
“Ustam sen misin buranın sahibi diye” yanıtladık. Yanımıza geldi genç usta, Bakırcılar Çarşısı’nın genel yaş ortalamasına bakınca bu ustamız oldukça genç kalıyordu çünkü. İsmi Erol Civelek’ti. Beraber girdik depoya, birbirinden güzel işlemeli bakır eşyalar vardı içeride. Ama bu işler farklıydı biraz daha. Çünkü çarşı ve Kastamonu geleneğinin biraz dışına çıkmış ustamız ve işlemeleri keski ile yapmıştı. Ustamız genç yaşına rağmen kendi kendini yetiştirerek bu metodu geliştirmişti. Erol Usta’nın dükkânında ayrıca bu güzel yeni bakırların yanında, eski kömürlü ütüler, bazı eski bakırlar, kamalar gibi güzel yakın geçmişimize ait eşyalar da bulunuyordu.
Artık çarşıdan çıkma vakti geldiğinde birkaç usta ile de ayaküstü sohbetler, işliklerinin içine göz atabilme fırsatımız da olmuştu. Hepsinin ağzından çıkan da yekti, dükkânlarının içi de neredeyse. İş yoktu, ustalık ölüyordu, çırak yetişmiyordu, dükkânlarının içinde artık neredeyse yıllardır kullanılmamış gibi paslanmış onlarca zanaat aleti sessizce duruyordu. Tüm eski ustalar o aynı güngörmüşlüğün edasında, hatıralarını birbirleriyle buruk tebessümlerinde paylaşıyorlardı.
Kastamonu’da son yıllarda çok güzel çalışmalar yapılmakta aslında. Eskinin korunması, yani güzelin ve emeğin korunması adına. “Bu çalışmalara Bakırcılar Çarşısı da eklenemez mi?” diye düşünüyorum. Kendisi oldukça büyülü bir mekân olması yanında, çevresindeki tüm tarihi doku ile de organik bir bağ içerisinde. Bu güzel çarşımız eskiden olduğu gibi bir arastaya dönüştürülse, bakırcılık ve çarşıda yapılan diğer zanaatlar canlandırılsa fena olmazdı sanırım. Hem bu güzide zanaatımız devam eder, hem eskisi gibi ekmek kapısı olur, hem turizme hizmet eder ve bu şekilde yine Kastamonu kazanırdı. (*) 2006 yazısı •
.
MURAT KARASALİHOĞLU