“Zanaatkar rekabeti değil, öğretmeyi, birlik olmayı ön planda tutar”
El emeği göz nuru isteyen bir çok zanaatın hayat sahnesinden çekildiğini görüyoruz. Uzun süredir çırak yetişmeyen mesleklerden biri olan yorgancılık da, hazır işçilik ve ucuz ürünler karşısında direnmeye çalışırken, günden güne kan kaybediyor. Ustaların çıraklarına sadece edindikleri mesleği, zanaatı değil hayatı da öğrettikleri günler geride kaldı.
Bir zamanlar evlenen kızların çeyizlerine konulmak üzere, bir değil birkaç tane ısmarlanan yorganlar özenle hazırlanırdı. Yorgancılar istenen desenleri iğne ile işleyerek dikerlerdi. Desenin ağırlığına göre, üç dört ayda tamamlandığı bile olurken en önemlisi; içi pamukla dolu, ipek ya da basma yüzlü yorganların % 100 doğal oluşuydu.
Sonra hayatımızla birlikte yorganlarımız da değişti. Pamuk, yün yorganların yerini elyaftan yapılan sentetik yorganlar aldı. Doğal olmayan ürünler yaşantımızda yerini almaya başlayınca; geçmişin yorgancıları da hayat sahnesinden bir bir çekilmeye başladılar.
Bir Meslek Bir Hayat röportaj dizisinin konuğu yorgancı ustası Şakir Kaba; İnebolu (İbras) ilçesinin Yeşilöz köyü’nde doğmuş. 10 Temmuz 1957 tarihinde fakir bir çiftçi ile bağ bahçe işleriyle uğraşan annenin 4 erkek 3 kız olmak üzere 7 çocuğundan biri olduğunu ifade eden Şakir Kaba çocukluk yıllarını anlatırken, o dönemin maddi manevi özelliklerini de gözler önüne seriyor:
“Babam çiftçiliğin yanında hamallık da yapıyordu. İneboluda o yıllarda deniz ticareti vardı. Babalarımız da gemileri doldurup boşaltırlardı. Tahıl ürünleri, çimento gelir, özellikle kereste ürünleri ve meyva giderdi. O devirde çoğu iş insan gücüyle yapıldığından hamallık iyi iş sayılırmış. Hatırladığım kadarıyla, köyümüzün erkeklerinin çoğu da hamallık yapardı.
1962 yılında ilkokula başladım. Altımda lastikli don, ayağımda torlastik ayakkabı ile okul hayatım başladı. İkinci sınıfa ise o yıl ilkokulu bitiren Salih abimin eski önlüğüyle başladım. Ağabeyim minyon yapılı olduğu için önlüğü de bana olmuştu. Bu arada kitaplar da bir üst sınıfa geçen akraba çocuklarından temin ediliyordu.
1., 2. ,3. sınıf öğrencileri birlikte aynı sınıfta ve tek öğretmenle ders yapıyorduk. 4. ve 5. sıınflar da başka bir odadaydı. Benim ilk okul çantam 4. sınıfa geçince oldu. Nasıl sevindim anlatamam.
Bir de boya kalemi derdim vardı. Öğretmenim Hüseyin Bilal resim dersinden ödev verdiğinde arkadaşlarım rengarenk boyar, öğretmenimize verirlerdi. Benim boya kalemim olmadığı için verilen ödevi siyah beyaz olarak yapabilirdim. O günlerden elim sanata yatkın olsa gerek, öğretmen benim yaptığım siyah beyaz resmi örnek köşeye asardı. Belki de beni sevindirmek için yapıyordu.
Okulun ısıtma sorununu da kış aylarında bütün öğrenciler okula elimizde birer odunla giderek çözmeye çalışırdık.”
Şakir Kaba, 1968 yılında ilkokulu bitirince, ikinci öğretmeni Asım Süleymanoğlu babasına; “Niyazi amca, ne olur bu çocuğu okut. Hiç değilse Göl Öğretmen Okulu’nun sınavına gönder” diye israr etmiş.. Babası; “Durumum yok, gönderemem” deyince, okuyamayan Kaba;
“Babam da zaten hastaydı, hamallık da yapamaz duruma gelmişti. Kısa süre sonra da rahmetli oldu. Ablalar kız olduğu için bağ bahçe ile uğraşırdı. En büyük abim Muzaffer Kaba İnebolu’da yorgancık yapıyordu. Ortanca abim de onun yanında başlayıp, öğrenip, kendi dükkanını açmıştı. Benim köyümde bizim kuşağın çoğu zanaatkar olmuştur. Hemen hemen her meslek dalından zanaatkar var desem abartmış olmam. Ben işin en zorlarından birini seçtim. Büyük ihtimalle ağabeyimin mesleği olduğu için buna yönlendim” derken, okuyamamış olmanın acısını hep içinde taşıdığını söyleyerek anlatmaya devam ediyor:
“O zaman cumartesi günleri öğleye kadar okul vardı. Ben Cumartesi günü ilkokulu bitirdim, pazartesi sabah Muzaffer abimin yanında yorgancılık çıraklığına başladım. Benim dönemimden iki arkadaşım ortaokula devam ettiler. Ortaokulda erkek öğrenciler, askeri okullardaki gibi şapka giyerlerdi. Hüseyin Çölmekçi ve Selim Bilal arkadaşlarımı okul kıyafetleriyle görünce çok kıskanırdım.
Mesleğimde biraz ilerledikten sonra özgüvenim geldi. Çalışmak ve mesleğimi geliştirmek için İstanbul’a gittim. Bizim mesleği gurbette yapmak avantajlı. Çünkü çalıştığımız yerde yattığımız için, ev kiramız olmuyor. Trabzonlu çok kaliteli zanaatkar ustalarla çalıştım. Bizim mesleğin en büyük ustalarının Trabzon’dan çıktığını söylerler.”
Şakir Kaba, 1974 yılının yaz aylarında tatil için köyüne gittiğinde yaşamında yeni bir sayfa açılmış. Köyünden yorgancı Cemal Turgut, yaz aylarında düğünler fazla olduğu için işlerinin çok yoğun olduğunu söyleyerek, kendisine yardım etmesini istemiş. Şakir Kaba da, hem köylüsüne yardımcı olmak hem de harçlığını çıkartmak için onunla birlikte yorgan dikmeye başlamış.
“Bir kaç gün çalıştıktan sonra dikitiğim yorganları gören Muzaffer abim, ‘Oğlum, sen bizden daha iyi usta olmuşsun. Gel sana dükkan açalım’ dedi. Ben de yarı heyecan yarı ürkeklikle ‘Olur’ dedim.Cemal Usta da ‘İyi olur’ deyince, hemen bir dükkan kiraladık” diyen Şakir Kaba’ya;
“Abiniz rakip olursunuz diye düşünmedi mi?” diye soruyorum. Şakir Kaba’dan ders gibi bir yanıt geliyor:
“Sadece abim değil, eskiden yorgancılar, terziler birbirini rakip görmez, destek olurlardı. Zanaatkarlar rekabet düşünmez, öğretmeyi, birlik olmayı ön planda tutarlar. Ben de abimden ve diğer yorgancı ustalarının teşviki ile borçla, dertle de olsa dükkanımı açtım. Henüz 17 yaşındaydım. Havalara uçuyordum. Yorganları dikip, büyük bir hevesle duvarlara asıyorumdum. Ama dükkana her gelen, bana ‘ustan nerede, onu çağır’ diyordu. Ben ustayım, desem de zor inanıyorlardı. Sonradan yaptığım işleri gördükçe kabullendiler. İnebolu küçük yer, hemen tanındım.
1978 yılında askere gidinceye kadar orada devam ettim. Manisa’da askerde yıllardır sertleşmiş olan koğuşun yataklarını attım, orada da mesleğimi yaptım. 1980’de askerlik dönüşümde Kastamonu’da ilk dükkanımı açtım. Hep mesleğime devam ettim ama arada kısa süreli ek iş denemelerim oldu. Emekliliğimi sigortalı olarak tamamlamak için 1.5 yıl TUREM’de şoför olarak çalıştım. 1986 yılında da 4 ortak Kastamonu’nun ilk özel veteriner kliniğini açtık. Ortaklıkta başarılı olamadık ve kısa sürede fes ettik. 1995 yılında Nejdet Atılgan ve İsmail Depişken ile birlikte konfeksiyon pazarlama ortaklığına başladık. Bir buçuk yıl da onu sürdürdük. llk dükkanımı Adalet caddesinde açmıştım. 36 yıldır aynı mahalledeyim ve hala yorgancılığı sürdürüyorum.
İşlerimi biraz yoluna koyduğum zamanlardı. Şu andaki eşim Gülseren Hanımı gördüm. Biraz araştırdım. Meğer o da benim gibi yorgancılık yapan zanaatkar kızıymış. Anlaşmak biraz daha kolay oldu. 1982 yılında, evlendik. bir kızım bir oğlum var. Oğlum Onay Can Gazi Üniversitesi’nden mezun ve İnşaat Mühendisi olarak Ankara’da özel bir şirkette çalışıyor. Onuncu ayın onunda ve on aylık doğduğu için bu adı verdik. Kızım Aslı ise Halkla İlişkiler mezunu ve Sinop’ta evli. Ömer Ali adında çok şeker bir torunum var, ellerinizden öper.”
Yorgan ustası Şakir Kaba’ya;
“Çalışma yaşamınızda karşılaştığınız zorluklar nelerdir?” diye soruyorum, yanıtlıyor:
“Diğer meslek alanlarına göre zor. İşe başladığım çocukluk yıllarımda sabahleyin ardiyeye girerdik. Akşama kadar bir elimde benden bir karış büyük yay (hallaç), diğer elimde 1,5 kilolluk şimşir tokmak, vur babam vur. Sadece 20 dakika öğleyin yemek molası vardı. Yemek dediğim de bir gün zeytin ekmek, diğer gün reçel ekmek, bir de helva ekmek şeklinde. Çünkü başka şansım yok. 5 lira haftalıktan artırıp, üst baş, ayakkabı almak lazım. Artık ne artırırsam, biriktirip, birşeyler almaya çalışırdım. İşlerin durgun olduğu zamanlarda abim, birlikte çalıştığımız dayımın oğlu Faruk’a bir hafta, diğer hafta da bana ücretsiz izin verirdi. İznli olduğum hafta simit alır, pazar yerinde satardım. 2 gün pazar kurulurdu ve ben bu iki günde, yorgancılıktan aldığım haftalık kadar kazanırdım. Bu nedenle, Faruk’un yerine de bana izin ver derdim.
Yayla pamuk atarken, krişe tokmağı kaptırırsan, tokmak da parmağı kapıyor. Binlerce kere sallarken, 20 kilo yatak pamuğunu atmak için yaklaşık 2-3 saat bir buçuk kilo ağırlığındaki tokmağı sallarsın. Bu başıma geliyordu, deriyi sıyırıp atar, 1 hafta on gün sürer. İnebolu’da çalışırken meslektaşımın dükkanında çırağının kolu koptu. Onlar makinayla çalışıyorlardı. Pamuk motorundan omuzuna kadar koptu.
Bir de yorgan dikerken kambur duruluyor. Ayrıca pamuk tozu da zararlı. Eskiden doğal pamuklar çok tozluydu. Linter, tarama, telef pamuk çeşitleriydi. Şimdi slikon ve elyaf daha çok kullanılıyor. Slikonun, elyafın tozu yok ama sağlık açısından kesinlikle pamuğun yerine geçmez. Şimdi tekrar pamuka dönüş başladı, bilinçli insanlar özellikle pamuktan yaptırıyorlar. Yorganın yanı sıra yatağın üstüne bile pamuk veya yünden mitil (ince yorgan) yaptırılıyor.”
Şakir Kaba uzun meslek yaşamında karşılaştığı ilginç anıları da bizimle paylaşıyor:
“Kastamonu’da dükkan açınca yeniden başlamış gibi oldum. Para yok, dükkanda mal yok, kendimi kabullendirmek zor oldu. Günler devam ederken, bir bayan müşteri eski bir yatak getirdi ve kabartmamı istedi. Yatağın içinden bir kese mücevher çıktı. Altınlar, blezikler ve gerdanlık olan keseyi, müşterim yatağı almaya geldiğinde teslim ettim. Müşteri şaşırdı. Haberleri yokmuş. Kayınvalidesinin yatağının içine sakladığını, ani ölümle de söyleyemeden bu dünyadan ayrıldığını fark ettiler. Bana çok teşekkür ettiler.
Çocukluğuma, yeni işe başladığım yıllara dönecek olursak, bisiklete binmeyi yeni öğrenmiştim. Terzi Rafet’den 75 lirası peşin olarak,150 liraya bisiklet aldım. Arkadaşlarım da benim gibi bisiklete binmeyi yeni öğrenmişti. Pazar günleri köyde bisikleti kiraya veriyordum. 5 tur 25 kuruştu ve çok iyi para kazanıyordum. Ama gel gör ki aradan fazla zaman geçmeden Merra (Mehmet) Dayım geldi. Bana bağırıp çağırarak; ‘Bu bisikleti kime danıştın da aldın’ diye tekmelemeye başladı. Bisikleti didonun üstüne çevirerek sokağın ortasında paramparça etti. Bisiklete her vurduğunda ciğerlerim parçalanıyordu sanki. 12 yaşında bir çocuksun. Yapabileceğin hiçbir şey yok. Ses çıkartamadım. Bugün bile Anadolu’nun bir çok yerinde büyük ne derse odur ifadesi hakim. Aldığım haftalık belli. Bisikleti tamir ettirme imkanım olmadığı gibi kalan parasını da ödeyemedim. Bisikleti çeke çeke götürüp, aldığım kişiye geri verip, özür diledim. Bisikletçiye karşı da mahçup oldum. Bir de benim önceden ödemiş olduğum 75 liram yandı.
İstanbul’da çalışırken ustamın bir tanıdığı yaşlı bir amca dükkana geldi. Bana ‘Uşağım nerelisin?’ diye sordu. Ben de ‘İnebolu’ dedim. Bana ‘Uy uşağım hayır çıkmaz sizden. Siz kargacısınız’ dedi. Ne dediğini anlayamadım. Adama da biraz kızdım. Onun ne demek istediğini sonradan öğrendim. Kara taşımacılığının hiç olmadığı, Karadeniz illeri arasında deniz yolu kullanılırken; Trabzon’dan kalkan gemi, Sinop, İnebolu üzerinden İstanbul’a gider ve aynı yoldan dönermiş. Bu deniz yolu kullanılırken de İnebolu’da mola verilirmiş.
Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış yorgun ve yoksul halk ürettiği kuru ve yaş meyvayı bu gemilere satarlarmış. Transit geçen yolcu gemilerine de denk kayıklarıyla, yüksek dalgalarla boğuşarak ulaşırlarmış. Onun için İnebolu’nun kayıkçısı çok meşhurdur derler. Eskiden İnebolu’da çok iri kargalar vardı. Bazıları da o büyük kargaları vurup, kızartıp, tavuk diye gemilere satarlarmış. Bunu o amcadan öğrenince bana kargacı demesinin nedenini anladım. Ne yapsınlar, yaşam mücadelesi içinde böyle yapanlar da olmuş olabilir ama ben o yaşlı amcanın yalancıyım, kendim görmedim.
“İş yaşamınızdaki yılların getirdiği değişim hakkında neler söyleyeceksini?”
“Son 20 yıldır hiç bir zanaatkar arkadaşın yanında çırak yetişmemektedir. Çok vahimdir ki bizim kuşak da gidince bu meslek tamamen yok olacaktır.Kaybolmaya yüz tutmuş meslekler arasına girdi. Devlet; kaşıkcılık, bastonculuk, semercilik, yazmacılık, keçecilik, çarıkçılık, yorgancılık kaybolmuş meslekler olarak kabul edildi. İnsanlar verdiği emeğin karşılığını alamadığı için arkadaşlarım kamu görevine girdiler. Devlet şu anda desteklemeye aldı ama bunu çok önce yapmalıydı. Biz son kuşağız. Devletimiz yok olmaya yüz tutmuş mesleklere vergi muafiyeti getirdi. Ama çok geç kalınmıştır. Acilen Halk Eğitim Merkezleri aracılığıyla yeni ustalar yetiştirilmelidir.
Başka iş imkanlarını denedim, olmadı. Çünkü zanaatımı severek yapıyorum. Ekmeğimi bu işten kazanıyorum. Çocuklarımızı okuttuk, yetiştirdik, bunlar da önemli şeyler. Yorganı dikince duvara asıp önce kendim beğenirim. Müşteri de çok güzel olmuş eline sağlık dedi mi keyfime diyecek yok. Bu ayrı bir hastalık. Kitap da bir model gördüm mü onu yaparım. Örneğin S parke gördüm, onu yapıncaya kadar aylarca uğraştım. Her akşam kartonlara çizdim, kestim, sonunda yaptım. İşimi severek yapıyorum.”
Mahalle, komşuluk yaşamını yıllar öncesiyle karşılaştırmasını istediğim Şakir Kaba, kentindeki sosyal ve siyasal değişimlere sözleriyle ışık tutuyor:
“İnebolu’daki dükkanım mahalle arasındaydı. Çevremde hep aileler oturuyordu. İlk komşuluk ilişkilerini burada öğrendim. O komşu bayanların iyiliklerini hayatım boyu unutamam. Aralarında oturma günü yaparlardı. Bana da mutlaka gün pastasından, hazırladıkları ikramlardan getirirlerdi. Birinde de beni Talat’ın Melahat ablanın evine zorla getirdler. Köylü çocuğuyum, çok utanıyorum. Ne yiyiyp ne içtiğimi bilemedim. Hele ki Hatice Atılgan ablamın ben de çok hakkı vardır. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.
İnebolu, eski yıllarda Ortadoğu’nun ticaret merkezlerinden biriymiş. İlk Osmanlı Bankası’nın kurulduğu ilçe ve Atatürk’ün Şapka Devrimi’ni açıkladığı yer olarak da çok önemli. Bu tarihin izleri ilçede görülüyor.
İnebolu eskiden daha sosyaldi. Küçük çapta da olsa 10 – 15 tane kereste şeriti vardı. Liman çok hareketliydi. Yük indirme, gemi yükleme, yolcu motorları ile deniz taşımacılığı çok gelişmişti.
O günlerde küçük motorlarla Abana, Doğanyurt ve Çatalzeytin’den insanlar deniz yoluyla gelirdi.19 68 yılında 2 dolmuş taksi vardı. Sahil yolu yok, köy yolları yeni açılıyor, mecburen denizden gidip geliniyordu.
Hem açık hem kapalı sinema vardı. 40-45 yıl önce çay bahçelerinde ses, dans yarışmaları yapılırdı. Liman içinde 500 – 600 metre uzunluğunda kabinli çok güzel plajımız vardı. Sanayi ve iş imkanı olmadığından diğer illere ve yurt dışına göç verdi. Baba kuşağımdan Almanya’ ve Hollanda’ya on kişi gitti. Ben ilkokulda iken köy okulunda 89 öğrenci vardı ve Türkiye’nin nüfusu 30 milyondu. Şimdi nüfus 70 milyon oldu, benim köyümün okulu öğrencisizlikten kapandı. Bu kadar göç verdik, özellikle genç insan kalmadı. Diğerleri de öyle. Biz şanslıyız yine de, uzak köylerde hiç kimse kalmadı. Önce aş yani iş lazım. bunu bulamayınca insan gidiyor.
Kastamonu da aynı şekilde. 80 yılında Kastamonu’ya geldiğimde 32-35 bin civarındaydı nüfus. Benim geldiğimde paytonlar vardı. Hanımlar pazardan çıkar paytona binerdi. Sadece merkez vardı. Özel sektörde bayan çalışmıyordu. O zaman daha tutucuydu. Okulların da faydası oldu. İlerledi, modernleşti. Kastamonu il genelinde göç verdi ama merkez olarak göç aldı. İlçeler azalıyor, merkez çoğalsa da toplam azaldı.
O yıllar gençlik açısından çok zordu. Ya sağcı olacaksın ya da solcu. Ben de emekçi olarak büyüdüğüm için, düşüncelerini doğru bulduğum solda yer aldım. SHP döneminde rahmetli Ruhi Aşıkoğlu başkanlığında il yönetiminde bulundum. Şu anda ise CHP İl Yönetimi Disiplin Kurulu’nda görevliyim.
Bir de 12 Eylül askeri darbesiyle ilgili anılarımdan söz etmek isterim. Kastamonu’da dükkanımı açıp, tutunmaya çalışırken, ev tutmamıştım, dükkanda yatıp kalkıyordum. 12 Eylül 1980’de askeri darbe olunca sokağa çıkma yasağı getirildi. Ben dükkandan dışarı çıkmadan oturuyorum. O dönemdeki sokak bekçileri geldiler. Bana ‘Sen niye dükkanına geldin? Sokağa çıkma yasağı var’ deyip, karakola götüreceklerini söylediler. Onları dükkanda yattığıma, yasak varken sokağa çıkmadığıma zor ikna ettim. Bir kaç hafta sonra, sokağa çıkma yasağı da kalkmışken İnebolu’ya gittim. Köyde gece arkadaşlarla Mustafa Zıpır arkadaşın evinde otururken, Jandarma tarafından baskın yedik. 9 arkadaş askeri araçlarla hapisaneye götürüldük. Hepimizi ayrı hücrelere koydular ve günlerce süren işkenceler… Bu darbeden böylece biz de nasibimizi aldık”
Şakir Kaba, düzenli yapılan şehirleşmeden memnun ama çarpık yapılaşma kötü olduğunu ifade ediyor..
“Ben her zaman yeniden yanayım. Biz yapmasak, bizden sonraki kuşak mecburen yenileşme yapacaktı. Çünkü dünyaya ayak uydurmakn zorundayız. Ama kültürel değerlerimizi de koruyalım. Kaybetmeden önce sahip çıkmalıyız. İyi olanı koruyup, yeniliğe de açık olmak lazım” diyor.
1010 yılında köyünün okuluna kütüphane yapan, 2012’de bilgisayar alan Şakir Kaba; “Ben okutulmamanın ezikliğini yaşamım boyunca hissettim. Köyümün çocukları bizler gibi olmasın istedim. Ama ne yazık ki taşımalı sisteme göre öğrenci sayısı 10’nun altına düştüğünden okul kapanmış. O cıvıltı kaybolmuş, köyümüz çocuksuz bir aileye dönmüş. İnşallah yetkililer bu göç olayına bir an önce çözüm bulurlar” derken, başarısının sırrını da şöyle anlatıyor:
“İş hayatım boyunca hep çok çalıştım. Gündüz dükkanımda, gece de evimde yorgan dikerdim. Bizim mesleğimiz el işçiliğine dayandığı için çok çalışmak gerekiyor. Ama kendime de zaman ayırmaya özen gösteriyorum. Yüzme, kara avcılığı ve futbol oynamak gibi bir takım faaliyetlerde bulunuyorum. İhsan Oğuz Balaban’ın başkanlığını yaptığı, benim de takım kaptanı olduğum Esnafspor’u kurduk. KLatıldığımız turnuvalarda Didi (Burhan) mutlaka bir rövaşata yapardı. 2 kez ayağım kırılınca futbolu bıraktım. Hatta kırık, alçılı ayağımla İnebolu’da yüzme yarışlarına katılmıştım.
Terziler Odası Başkan Yardımcılığı görevini sürdürüyorum. Aynı zamanda Kuzeykent İş Merkezi Yönetimi başkan yardımcısıyım. FB taraftaroyım, maç olunca işimi gücümü bırakır, izlerim. Her sabah yürüyüşümü yaparım. Gazi stadyumunda yürüyüş sırasında tanıştığım Remzi Hasanbey arkadaşın vasıtasıyla Kastamonu Ilgaz Halk Oyunları Ekibine katıldım. Muammer Kaplan ve Yıldız Karayılan bize çok büyük emek veriyorlar.Çok güzel iyi niyetli tertemiz insanları tanıdım. Müzikle sanatla uğraşan iyi oluyor.
Ailemle gezi amaçlı ya da iş nedeniyle Türkiye’nin bir çok iline gittim, gördüm. İmkanı olan herkese de bu alışkanlığı tavsiye ederim. Gençler inançlı, azimli olsunlar. Şimdi ondan ona geçiyorlar. Sabır her işte önemli. Sanatta da futbol da da azmeden, çalışan kazanır. Bir de araştıcı olmalarını tavsiye ederim. Okusunlar, etrafa baksınlar, incelesinler. Ben İnebolu’da kalmadım, İstanbulda araştım, sonra Kastamonu’ya geldim. Hala da kitap dergi ne bulursam incelerim.
Öğrenmenin yaşı yok. 58 yaşımda Ilgaz Halk Oyunları ekibine katıldım. Öğrendim, öğrenmeye de devam ediyorum. Benim bu günlere gelmemde eşim ve çocuklarımın çok desteği oldu. Son 20 yıımda eşim de işim konusunda çok emek vermiştir. Kendisine ve yaşantım boyunca bana destek olan herkese sizin aracılığınızla bir kez daha teşekkür etmek isterim. Saygılarımla”