Yıl 2073. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 150. yılını korkunç güzel, korkunç coşkuyla kutluyoruz yani. Kavaklıdere Tunalı Hilmi Caddesi, yine alışılagelmiş; amaçsız, kıyafet sergisi açmaya hevesli halkına kavuşmuş. Ancak, 50 yıl öncesi hepten hayal dükkânı, perdesi şekline bürünmüş. Artık bu caddede 72 dil konuşuluyor, 72 ten rengindeki insanlarca. Birbirini anlama, sevme sayma kaygısı duyulmuyor bakışlarda, davranışlarda. Eşim Mefo ile orta hâlli bir lokantadayız. Saat 14.00’e yaklaşıyor. Artık yemeklerin 13.00-16.00 arasında günde sadece bir öğün yendiğini hatırlatmalıyım, başımızdan geçenleri beş yıldız on numara anlamanız için. Çok zengin olanların, villalarında günde iki öğün yedikleri dedikodusuna kimsenin inandığı yok. Çünkü; artık şehirlerde bakkal, manav, market, yiyecek büfesi, simitçi, börekçi, seyyar ciğerci-pilavcı, midyeci esnafı on yıl önce bertaraf değil telef oldu âdeta. Öyle bir kuraklık, iklim değişikliği yaşandı ki, bir hafta içinde satılacak hiçbir ürün kalmadı. Kuşlar, kedi köpekler, yaban hayvanları, deniz canlıları da telefat trenine bindirildiler bir bir. Dünya nüfusu 100 milyona, Türkiye nüfusu da 1 milyona düştü.
Günlerden cumartesi. Meydanlar, kurumuş ağaç heykellerinden oluşan parklar fulbol maçı, konser boşalıyorcasına kalabalık değil. Öyle bir gürültü var ki, gök gürlemesi halt etmiş. İnsanlar durmadan homurdanıyor. Yetmiyor, haykırıyor. Yetmiyor; inliyor, ağlıyor, hıçkırıyor. Dışardan bakıldığında sanki herkes birbirine hakaret, küfrediyor. Oysa hayat aynası farklı bir modda. Sözde kalabalık, eski kuşaklara/nesillere lanet okuyor durmadan… 3-5 yaşındaki çocuklar bile, hiç görmedikleri büyük babalarına, anneannelerine saydırmaktan çekinmiyor, utanmıyorlar. Niçin uzaklaştık Tunalı Hilmi Caddesi’ndeki Gastroteknika Lokantasından? Ama çevreyi biraz anlatmaz, serim yapmazsak lokantada yaşadıklarımıza kim inanır değil mi? “Tamam, inandık Nail Dede. Karnımız iyice acıktı, artık gir şu zampiyik kokonta lokantaya.” Kimse şimdi “Zampiyikkokonta ne alaka?” diye sormasın. Aç morfak cevap mevap vermem asla. Ne de olsa Z kuşağının dedesiyim.
Eşim Mefo ile lokantaya gireli, neredeyse bir saate yakın zaman geçti. Yemeğimiz ancak hazırlanıyor. Lokantada; pişmiş, hazır yemek yok. Müşterilerin siparişlerine göre yemekler pişiriliyor. Tastamam, sarı laciverdine, sarı kırmızısına, siyah beyazına bütün il spor renklerine kadar tüm lokantalarda hizmet anlayışı aynı. Az önce de örtü altında anlattığınız gibi artık tarımsal üretim yok. Yağmur, dünyaya küsüp adını vermediği bir gezegene göç etmiş. Dört mevsim, tek mevsime indirgenmiş. Ortalama sıcaklık gündüzleri 50, geceleri 35 derece. Denizlerin, göllerin su seviyesi daha şimdiden 5m. düşmüş. Tatlı su kaynakları kurumuş. İçilen sular, denizden elde edildiği için şimdiden iğrenç bir tatta. Bu katlanması zor tat, yemeklere geçiyor ister istemez. Bütün cihazlar, otomobiller güneş enerjisi ile çalışıyor.
Biz, yani eşim Mefo ve ben 23 Haziran 2073 Cumartesi günü Gastroteknika Lokantasında neler yedik? Artık, zamanın sabrını daha fazla zorlamayalım. Anlatayım. Bir gün önce eşim, değişiklik olsun diye oğlumun Ankara’nın bir zamanlar bağlık bahçelik Gölbaşı semtindeki, bugün artık ot dahi yetişmeyen bahçesinin duvarından 1 kg. kadar beton, harç kazımış; evin kapılarından da tahta parçaları koparmış. Bahçeden küçük bir gül kökü sökmüş. Hoplaya zıplaya Çankaya’daki evimize getirdi.
- “Yarın hurda bakır, plastik yemeğini unut. Büyük sürprizim var.” dedi.
Lokantada siparişimizi almaya gelen şef yardımcısına poşetlerini verirken yemeğini de tarif ediyordu:
- “Beton ve kirece biraz sarı toprak, bir avuç ithal Sibirya ot tozu katıp güzel bir çorba pişir. Tarhana niyetine yiyeceğiz. Tahta parçalarını ve gül kökünü de kaynar suda bir güzel haşla. Sonra kiremit tozu salçasıyla lezzetlendir. Kebap niyetine yiyeceğiz. Yanımda bir de eski yemek kitabı getirdim. Başından on sayfa yırtıp vereceğim. Salata yapacaksın.”
Biz yemeğimizin pişirilmesini beklerken, sol yanımızdaki masaya bir çift daha geldi. Kadın elindeki poşeti şef yardımcısına uzatırken siparişini verdi:
- “Otomobilimizin en lezzetli parçasını getirdik. Bize arka teker kaportasından iki porsiyon biftek hazırlayacaksın. Ihlamur, meşe tozu karışımı sosla lezzetlendirmeyi unutma.”
Derken, sağ yanımızdki masaya da hâllerinden belli, iki üniversite öğrencisi geldi. Utana sıkıla ellerindeki poşetleri şef yardımcısına uzattılar. Esmer olanı fısıldar gibi konuştu:
- “Bu poşetteki, bir çift eski örme eldivenlerden güzel bir makarna gölgesi pişirir misiniz?”
Sarışın öğrencinin siparişi daha da ilginçti:
- “Şu siyah poşetteki beyaz fanilayı kaynat. Küçük poşetteki kahverengi çorapları iyice pişir. Beyaz fanilanın içinde kıyma niyetine kullanıp börek yap. Anladın mı?”
Biraz sonra lokanta iyice kalabalıklaştı. İlginç siparişleri duydukça ağzımız sulandı doğrusu:
- “Saçlarımdan 300 gr. kesip getirdim. Kiremit salçalı, kil yağlı makarna rica ediyorum.”
- “Bir saksı dolusu, değişik ağaçlardan parçalar getirdim. Saksı kebabı pişirir misiniz?”
- “Memleketim Sakarya’dan kabak tarlası toprağı getirttim. Kabak tatlısı istemem mümkün mü?”
- “Açık denizden, büyük paralar verip üç litre su getirttim. Âdeta balık kokuyor. Balık resimli üç kitap sayfası da hazır. Balık çorbası yemenin tam zamanı. Rica ediyorum.”
O gün, meğer hayatımızın en büyük ziyafetine konmuşuz. Bir daha, ne lokantaya gidecek, paramız ne de malzememiz oldu. Oturduğumuz apartman dairesinin kapı, pencere, duvarlarından ne koparabildiysek haşlayıp karnımızı bir öğün doyurduk. Sonra nefis mi nefis uykularımızı çektik. Hava öyle sıcak ki; kapı pencere, yatak yorgana hiç ihtiyaç yok. Sokak köpekleri gibi kıvrıldığımız yerde saatlerce uyuyakalıyoruz… Yarın ne olacak diye düşünmüyoruz. Herkes gibi. Çok mutluyuz. Tek olumsuzluk, dünyayı bu hâle getirenleri düşünme mecburiyeti… Yarabbi, ne de güzel deliriyoruz o dakikalarda…
NAİL TAN