MİNE AKÇAKOCA ÖZGÜR
Yüreklerden taşan, bakışlara sızan, gülümseyişlere yansıyan sevgi bir tek güne sığar mı?
Sevgililer Günü ile sevgi; reklamlara, tüketime araç olup yozlaşır mı?
Önceden planlanmış bir şekilde bir çiçekle, bir armağanla geçiştirilircesine kutlamak bu özel duyguya yakışır mı?
Bu konudaki savları bir yana bırakıp, sevgiden söz edelim biz. Çünkü yürekten kutlanırsa; bu günün değer kazanacağını düşünüyorum.
Güzel duygulardan söz etmeyi ve birbirine bir kez daha sevgi ile bakmayı sağlarsa, bu günün anlamını bulduğuna inanıyorum.
Evet, sevdiğini gördüğünde çiçekleniveren gözlerden söz etmeliyiz. Yürekleri pırpırlandıran, deniz gibi mavi, okyanus gibi büyük sevdalardan…
Dalgalı, coşkulu ama sevdiğini kendi malı saymayan, daraltmayan, içinde saygı barındıran sevgiden…
Sevgilinin gözlerinde asılı kalmış fotoğrafta kendini görmektir belki de aşk. Gökyüzünün mavisini hissetmek, yeşilin her tonunu ayrı ayrı duyumsamak, denizin dalgalı coşkusuna yüreğiyle eşlik edebilmektir.
Gönüllerde bin bir çiçek boy verir, doğa bambaşka güzel, rengarenk görünür aşık olunca.
Sevdiğinin yanında ya da ondan uzakta; dağa, taşa, nehre, göle, çiçeğe, ağaca sevgiyle gülümseyerek bakabilmek midir yoksa aşk…
Bu güzellikleri tutabilmek, ömür boyu yüreğinde saklayabilmek midir?
“Ne zaman seni düşünsem yaşamak güzel
Bir bahar bahçesi olur güz bahçeleri
En karanlıkta bile uzanır bir el
Kendiliğinden açar sabaha perdeleri” diyor, Ümit Yaşar Oğuzcan.
Çoğu kez beklenmedik bir anda karşımıza çıkar, deyim yerindeyse birden bire vurur aşk.
Attila İlhan’ın dizelerle anlattığı gibi:
“ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var
sımsıcak bir merhaba diyecektim
başımı usulca dizine koyacaktım
dört gün dört gece susacaktım,
yağmur sönecekti yanacaktı
Sameland seferden dönecekti
duvardaki saat vuracaktı
kalbim kendiliğinden duracaktı
…………………
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var”
Oysa ki; Her kesin kocaman bir yürek taşımadığı, bazılarının ölçütünün maddi değerler olduğu ve böylece yalnızca kalplerinin değil dünyalarının da kıskıvrak çevrelenip, küçüldükçe küçüldüğünü unutmamak gerek.
Sevmeden, sevildiğini duyumsamadan yaşamak; umutlardan uzak, kırgınlıklarla, düş kırıklıkları ile bezeli tek düze bir hayat bırakmak değil midir, geride…
Sevgisizliğin derin mağaralarında kaybolmuşsak eğer, tüm düşünceler hüzne vuracaktır.
Belki de bu yüzden yaşamı boyunca aşkı arar insanoğlu; yorulmadan, bıkmadan…
Ne diyor şair Arif Berberoğlu “Aşk İçin Balad’ında:
“direnemezsin ve anlarsın ki
herkesin yüreği kadardır aşktaki yeri”
Büyük sevdaları taşıyan kocaman yürekli insanlar da var neyse ki…
Gecenin siyahını, laciverde dönüştüren yıldızların pırıltısı gibidir sevda… İlkbaharın tatlı tatlı esen rüzgarıymışçasına sarar aşk insanı.
Toprağın, ağaçların kokusunu sevdiğinle birlikte içine çekerken, sanki sevdanın üstüne gül yaprakları serpiştirilir…
Yaşamın en büyük armağanıdır belki de, bir insanın bir insana sevgi, saygı ya da tutku ile sarılışının eşsiz sıcaklığı…
Kimi zaman kollarımızla sarmalayamadığımızı yüreğimizin tüm enginliği ile kucaklarız. Kızıl akşam bulutları gökyüzünde toplanırken; süzülüp gider tüm kötü düşler. Ve sevenin de sevilenin de yüreğine kocaman bir mutluluk tutunur.
Selvi Boylum Al Yazmalım filminden bir cümle ile sonlayalım yazıyı. Ve derin sevdaların sesi olup, yankılansın bir kez daha:
“Elini tuttum, sıcacıktı; Yüreği elimdeymiş gibi…”